April 3, 2010

Daldan Dala


Evin bütün pencerelerinden güneş geliyor içeriye. Pencerelerin önündeki çiçekler kafalarını dışarıya doğru çeviriyorlar. Hepsi değil aslında. Ben güneşi seviyorum diye herkesin, özellikle de çiçeklerin güneş alan yerlerde çok mutlu olacaklarına inanıyorum. Ne yazık ki geçtiğimiz haftalarda bunun doğru olmadığını öğrendim. Serol doğumgünümde saksıda bir ortanca almıştı, ufak bir saksıda ama üzerinde bir sürü mavi çiçeği olan bir ortanca. İki gün boyunca mutfak penceresinin önünde çiçekçiden geldiği küçük plastik saksının içinde yaşadı, ya da yaşamaya çalıştı. Üçüncü sabah uyandığımızda bütün çiçekleri sünmüş, yaprakları da kuruluktan kıtır kıtır olmuştu. Böylece ortancanın doğrudan güneş ışığını hiç sevmediğini, gölge veya yarı gölgesevdiğini, ayrıca da toprağının hep nemli olması gerektiğini öğrendim. Tabi bunlar kendi kendime anlamadım ortancanın kurumuş yapraklarını görünce, internetten baktım. Ayrıca renklerinin de topraktaki asit oranına göre değiştiğini öğrendim. Toprak ne kadar kireçliyse ortancanın çiçeği de o oranda pembe, beyaz, toprak asitliyse yani besince zenginse de mavi, mor olurmuş. Bizimkinin son kalan çiçeği şimdilik mavi ve salonun pencerelere en uzak köşesinde, diğer güneş sevmeyen bitkilerle birlikte duruyor. Bu arada evde ortanca nasıl yetişir diye bakarken google'dan Murat Pilevneli'nin hazırladığı http://bahcevan.com/ diye bir siteye rastladım ve çok beğendim yazdıklarını. Bütün bu ortanca bilgilerini de oradan öğrendim.

Ben ortancagillerden değilim sanırım. Daha çok ayçiçeğigillerden belki. Yüzüm gülüyor güneşi gördüğümde. Mutlu anılar daha çok güneşli anılar gibi kalıyor aklımda. Gerçekten güneşli havalarda daha mutlu olduğumdan mı yoksa sonradan anıları kafamda dosyalara, klasörlere koyup arşivlerken mi oluyor o değişiklik bilmiyorum. Son yıllarda güneşin bu kadar karalanmasına, insana zarardan başka hiç bir şey vermiyormuş gibi davranılmasına da içerliyordum için için. En az 50 faktör koruyucu sürmeden güneşe çıkmak insanın kendisine yapabileceği en kötü şey sanki, git kendini camdan at daha iyi neredeyse. Bu kadar kötü, bu kadar zararlı olabilir mi güneş?

İlkokuldayken bir kedim vardı, adı Kara. Bahçemizde doğan kedilerden, hayatta kalmayı başarmış iki yavrudan biriydi, diğeri de Bekir. Kara çok güzel bir kızdı, kapkara pofidik tüyleri vardı, sadece göğsünde bir beyaz önlük. Oldukça içine kapanık bir kediydi, belli ki hiç sokak kedisi olmak istemiyordu. Kardeşi Bekir bahçede fink atarken Kara bütün bir kışı apartmanın içinde, bizim kapının önünde yatarak geçirdi. Sonra bir gün ortadan kayboldu, bir hafta falan hiç görmedik Kara'yı, çağırmamıza, kuru mama kutusunu sallamamıza rağmen hiç ortaya çıkmadı. Bir haftanın sonunda yağmurlu bir ilkbahar gününde Bekir miyavlayarak bizi balkonun altındaki odunluğa götürdü, Kara odunların arasında sıkışmış duruyordu, tüyleri sırılsıklam, yapış yapış olmuştu. Arka bacakları hiç tutmuyordu, belden aşağısını küçük bir çuval gibi sürüklemeye çalışıyordu güçsüz kalmış ön bacaklarıyla. Araba çarptı sandık, hemen veterinere götürdük. O zaman havalı veteriner klinikleri de yoktu, ya da biz bilmiyorduk, Bağdat Caddesi'nde Ziraat Bakanlığı'nın hayvan hastanesine götürmüştük. Hafif aksi veteriner Kara'yı görür görmez 'bu kedi hiç mi güneş görmüyor' diye sormuştu. Raşitik olmuş Kara, 'D vitamini eksikliğinden olur' demişti veteriner. İki hafta boyunca her gün D vitamini iğnesi olmaya götürdük Kara'yı ve kendisini biraz toparladıktan sonra da gündüzleri apartmanın içinde geçirmesine izin vermedik. Bir daha hiç eski haline dönmedi ama biraz güçlendi bacakları, yürüyebiliyordu en azından, heyecanlanınca yine sürüklüyordu arka bacaklarını. Birkaç sene daha yaşadı, sonra ortadan kayboldu. Araba çarptı diyor annem, ben hiç hatırlamıyorum ne olduğunu. Bekir uzun seneler bizimle yaşadı, bir sürü yavrusu oldu, sadece doğurduğu dönemlerde evde kalmak istedi, onun dışında hep bahçedeydi.

O zamanlar güneş bu kadar zararlı değildi, zararlıysa da biz bilmiyorduk, ozon tabakasında delik yoktu, varsa da bizim haberimiz yoktu, güneşlenirken 50 faktör değil kakao yağı kullanıyorduk, bazen de Delial 'bronzlaşmak için ideal' bazen de Johnson Baby oıl'ın içinde eritilmiş kakao yağı. kabul ediyorum, bronz olmayı biraz abartmıştık. Şimdi de biraz fazla mı diğer uca kaçtık acaba diye düşünmeden edemiyorum. Tamam öğlen güneşinde kakao yağı sürüp güneşin altında kavrulalım demiyorum ama bu kadar da kaçmak doğru mu güneşten?

Hiç mi faydası kalmadı tepemizdeki güneşin? D vitaminini de illa hap halinde mi almamız gerekiyor? Her konuda olduğu gibi bu konuda da bir sürü karşıt görüş var. Bazıları diyor ki D vitamininin en iyi kaynağı güneştir ve sunscreen kullanmak vücutta D vitamini oluşmasını engeller, bazıları da eğer bütün gün plajda yatmıyorsanız güneş zaten D vitamini ihtiyacınızı karşılamaz, ancak iyi kalite bir D vitamini katkısıyla vücut için gerekli D vitamini sağlanır diyor.  Bütün gün plajda yatmayı gönülden istesem de artık çok iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum, kaldı ki çok mümkün de değil.

Bu tartışmaların doğru veya yanlış bir sonucu yok, herkesin güneşle ilişkisi kendine kalmış. Ben şahsen uzun bir kıştan sonra güneşin derimin altına girip kemiklerimi ısıtması hissini hiç bir şeye değişmem, parkta, plajda veya yol kenarındaki bir bankta. Nerede olduğu hiç farketmez.

April 1, 2010

Seçenek ve Mutluluk


'Today I am not going to make any decisions because it is not clever to do so'.
                                                              Erich Schiffmann

Bugün hava nefisti. Kaç günlük yağmur, çamur, soğuk, rüzgar işkencesi bugün tamamen sona erdi. Bir kötü hava dalgasını daha atlattık ve sonunda baharı hakettik galiba. Sabahtan Esin'le buluşup Manhattan'a gittik, konsolosluktaki esas görevimizi uzun bşr süre sırada beklememize rağmen başarıyla tamamladıktan sonra sokaklarda yürüdük, yemek yedik, sonra biraz daha yürüdük. Sonra ayrıldık ve ben eve geldim ama güzel havaya doyamamışım ki eve girer girmez yeni hedefler belirleyip, üzerime daha yazlık birşeyler giyip yine çıktım evden. Bu sefer de mahallede yürüdüm uzun uzun, postaneye gittim, sağlıkçı markete alışverişe gittim, dükkanların vitrinlerine baktım, sokaktaki insanlara baktım, sonunda yürümekten yorgun, elim kolum yaptığım alışverişlerle dolu kendimi eve attım. Aslında biraz dinlenip yogaya gitmeyi planlıyordum ama son anda yogadan vazgeçip onun yerine yemek yapmaya karar verdim.

Geçenlerde bir yerde mutlulukla ilgili bir konuşma izlemiştim, şu anda nerede izlediğimi ve kimin konuştuğunu tam olarak hatırlamıyorum ama büyük ihtimalle facebook'da dolanan videolardan biridir. Yoksa video değil de yazı mıydı? Sabahları ben de ginko almaya başlasam iyi olacak sanırım. Herneyse genel görüşün aksine, insanın karşısına çıkan seçenekler arttıkça mutluluk seviyesinin düştüğünden bahsediyordu. Yani ne kadar çok seçme özgürlüğümüz ve seçeneğimiz olursa, aklımız da o kadar çok seçmediklerimizde kalıyor ve diğerlerini seçseydik kimbilir ne kadar daha mutlu olacağımızı düşünüp yapmış olduğumuz seçimin tadına varamıyoruz ve mutsuz oluyoruz. Ana fikri buydu sanırım konuşmanın.

Benim bu akşamüstü için önümde çok da alternatifim olmadığı için, yemek yapma kararımdan gayet memnun mutfağa dalıp kollarımı sıvadım ve yemek yapmaya koyuldum.

Yarından itibaren Serol için çok yoğun bir hafta başlayacak diye onu mutlu edecek yemekler yapmaya karar verdim ve gazpacho, köfte ve pilavda karar kıldım.  Gazpacho, yani bir nevi soğuk domates çorbası son günlerde hayatımıza girdi. Aslında ideal bir yaz yemeği, kokusu bile yaz gibi ama geçenlerde yaptığımda o kadar güzel oldu ki tekrar yapmak için yazı bekleyemedim. Halbuki havalar iyice ısınana kadar domates almamaya karar vermiştim. Domatesin daha mevsimi gelmediği için buraya sıcak memekeletlerden geliyorlar, bizim marketteki yerlerini alana kadar çok fazla seyahat ediyorlar, dolayısıyla pahalılar, çevreyi kirletiyorlar, üstüne üstlük bir de lezzetsizler. Yine de dayanamadım ve bir torba domatesi atıverdim alışveriş sepetime. İyi de yapmışım, yemek nefis oldu.

Benim için karar vermek her zaman bu kadar kolay olmuyor. Genelde uzun bir kıvranma, kafamda tekrar tekrar her alternatifin artılarını ve eksilerini karşılaştırma, kendimi ikna etme,  aralarından birisine yanaşma, diğerlerini kötüleme, kendimi gelecekte kararımdan çok menun hayal etme, sonra bir de diğer alternatifleri hayal edip en başa dönme, başkalarına danışma ve en sonunda bu kadar uzun düşündükten sonra alternatiflerden bazılarının zaman aşımına uğramasıyla mecburen elimde kalan alternatifi seçmiş sayılma gibi aşamalardan geçiyorum. Belki bu kadar kafamı yormasam da sonuç aynı olacak ve ben daha huzurlu kabul edeceğim sonucu ve boşuna mutsuzluğun sorumluluğunu almayacağım üzerime.

Nereden geldim bu konuya bilmiyorum, köfteyle pilavdan gelmediğim kesin. Sanırım havalar ısındıkça yaz planları kafamı kurcalamaya başladı için için. Aslında her ne olacaksa eminim çok keyifli olacak, alternatiflerin hepsi de çok güzel, bir de seçim yapmak olmasa.