November 20, 2010

Uzun Bir Aradan Sonra



Dünyanın en güzel kahvaltısının üzerinden tam altı ay, dokuz şehir, dört ülke, yüzseksen kahvaltı ve sayısız kahvaltılık geçti. Buna birkaç kan testi, bir iki yüksek değer, bir natüropat, sayısız internet araştırması da eklenince dünyanın en güzel kahvaltısı kişisel tarihimde hoş bir anı olarak yerini aldı. Sanırım o kahvaltıdan bugüne sadece domates kaldı kahvaltı sofrasında.

Kısaca şöyle gelişti olaylar:

Beni tanıyanlar ve bu blogu takip edenler bilir; yıllardır çekerim baş ağrısından. Son zamanlarda beni oldukça seyrek ziyaret etmesine rağmen baş ağrıları, hazır Türkiye'deyken bir doktora görüneyim de ona göre bir de check up yaptırayım dedim. Baş ağrısıyla ilgili olabilecek değerlere de bakılır, vitaminim mineralim eksik kalmışsa ona göre önlem alınır diye düşündüm. Amerika'da her türlü sağlık hizmeti ateş pahası malum, hele ki sigortan da yoksa hastanenin önünden geçerken bile karşı kaldırıma geçmekte fayda var. Ne olur ne olmaz diye. Buraya kadar herşey mantık çerçevesinde gelişiyor. Temmuz ayında doktora gittim, listemi aldım, katlayıp cüzdanıma koydum. İlk boş günümde testleri yaptırmaya karar verdim ve o ilk boş gün New York'a dönmeden iki gün öncesine denk geldi. Dolayısıyla test sonuçları da New Yorkia dünmek üzere havaalanına giderken yolda elime geçti ve elimde hiç beklemediğim yükseklikteki antitiroid değerleriyle vardım Brooklyn'deki evimize.

O zaman farkettim ki aslında o testleri yaptırırken bütün sonuçların normal değer aralıkları içinde çıkacağından çok eminmişim ve sağlıkla ilgili bu kadar okumama ve başkalarına danışmanlık yapmama rağmen benim sağlığımla ilgili bir terslik olabileceğini aklıma bile getirmemişim. Ve bu noktada baş ağrılarımı, her ne kadar sebeplerini araştırsam ve onlardan temelli kurtulmaya çalışsam da, bir sağlık problemi değil de benim vazgeçilmez bir parçam olarak kabul etmişim. Herhalde akıl sağlığını elinden geldiğince korumak için böyle çalışıyor zihnimiz. Sonuç olarak elimde test sonuçları, gece gündüz araştırmaya başladım doktora gidilmez ülkede. Doğrusu, elimdeki sonuçların ne demek olduğunu öğrenmeyi çok istemekle birlikte doktora gidince de birşey öğrenebileceğime dair inancım pek de kuvvetli değildi. Büyük ihtimalle elimde sabah akşam tok karna alacağım birkaç kutu ilaçla çıkacaktım doktorun ofisinden. Belki yine de gitmem gerekecek bir uzmana ve yine de almam gerekecek o ilaçları tok karna ama en azından şimdilik elimdeki diğer alternatifleri değerlendiriyorum.

En iyi bildiğim yerden başladım çalışmaya; yediklerimi düzenlemekten. Bu dönemde önce gluten çıktı hayatımdan, tekrar ve bu sefer daha uzun bir süre için. Sonra bir natüropat doktorla çalışmaya başladım bünyedeki dengesizliğin sebeplerini bulmama yardımcı olması umuduyla. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Sırasıyla şeker ve süt ürünleri -ki zaten uzun süre önce vedalşmıştık kendileriyle, dolayısıyla çok kuvvetli bir etki yaratmadı bu ikisinin yokluğu. Esas darbe sonraki besin hassasiyet testiyle geldi. Bu testin sonuçlarıyla listeye eklenen yumurta, zeytin, tekrar ediyorum zeytin ve dolayısıyla zeytinyağı derinden sarstı beni. Zeytinyağı bana kötü geliyor olabilir miydi? Bu sorunun cevabını hala bilmiyorum, inancım öyle olmadığı yönünde, belki biraz miktarını abartmışımdır. Her şeyin çoğu zarar sonuçta. Bunlarla birlikte ceviz, muz, kahve, kakao ve çok da önemsemediğim bir takim besinler daha tabağımdan uzaklaşalı sadece birkaç hafta oldu. Ancak birkaç ay geçip de tekrar test yaptırdığım zaman söyleyebileceğim bazı soruların cevabını. Bu konuda yazacak daha çok şey var ama şimdilik burada duracağım. Belki gerisi başka bir yazıda gelir.

Alerji testleri son zamanlarda çok moda, herkes yaptırıp bilmek istiyor ne yiyip ne yemeyeceğini. Ben hala şüpheyle yaklaşıyorum testlere. Belirgin bir rahatsızlık durumunda faydalı olabileceklerine inanıyorum ama insanin daha sağlıklı beslenmeye başlaması için test yaptırmadan önce atacağı  bir çok adım olduğuna da inanıyorum. Test yaptırmak biraz kolayına kaçmak sanki. Eğer o adımları atmaya hevesli değilsen, ilk heves geçtikten bir süre sonra rejim listeleri gibi rafa kaldırılacağına inanıyorum alerji testi sonuçlarının da. Ayrıca sonuçların yorumlanması da ayrı bir konu. Dediğim gibi bu konulara belki daha sonra gelirim. Kendi deneyimim de biraz daha şekillendikten ve belki de sonuçlar ortaya çıkmaya başladıktan sonra. Fakat şu birkaç haftada öğrendiğim bir şey var ki aslında sonsuz yemek seçeneğimiz var önümüzde ve biz bunların bazılarına takılıp diğerlerini hiç denemiyoruz bile. Ta ki yıllardır yediğimiz kahvaltıyı mecburen değiştirmemiz gerekene kadar.

Bakalım domatesle ne zaman  vedalaşacağız?

May 18, 2010

Dünyanın En Güzel Kahvaltısı

Sanırım biraz önce dünyanın en lezzetli kahvaltısını ettim. Ya da bana öyle geldi. Hem de hastayım, iştahsızım ve ağzımın tadı yerinde değil derken. Nasıl oldu bilmiyorum, en iyisi baştan başlayayım anlatmaya.

New York’daki son günümüzde, en son siparişleri toplamak için Manhattan’a indiğimiz sırada boğazım ufak ufak ufuktaki bir nezlenin sinyallerini vermeye başladı. Derinden bir yanma, belki birazcık da kaşınma, tam tarif edemeyeceğim ama yakından tanıdığım bir his. Genelde bu his geldikten yaklaşık 10-12 saat sonra burnum akmaya başlar, birkaç gün boyunca akmaya devam eder, bol su, bitki çayı, vitamin, gargara ve birkaç rulo tuvalet kağıdı sonrasında da yavaşça yok olur. Sürekli akan bir burun canımı sıksa da beni yatağa düşürmediği için çok da aklıma takmam bu durumu. Bu sefer de öyle olacak sandım. Akşama doğru boğazım daha da yanmaya ve burnum akmaya başladı. Ertesi sabah tıkalı bir burun ve alıştığımdan daha fazla yanan bir boğazla uyandım. Bütün enerjim çekilmiş gibi hissediyordum. Uçağımız akşamüstü 4:40’daydı, evden çıkana kadar çamaşırhaneye gidip çamaşır yıkamamız, çiçeklerden üçünün saksılarını değiştirmemiz, evi son bir kez kabaca da olsa temizlememiz, bavullardaki son ayarlamaları yapmamız, biz yokken evimizde kalacak olan kıza evle ilgili bilmesi gereken detayları içeren bir not yazmamız, anahtarları teslim etmemiz ve en geç saat 1:00’de evden çıkmış olmamız gerekiyordu. Erkenden uyanıp neredeyse sürünerek güne başladım, duş alıp Serol’u uyandırdım, yapılacakları bölüştük ve hızla işe koyulduk, bütün hepsini bitirip taksiye bindiğimizde saat 12:50’ydi.

Havaalanına vakitlice vardık, Türk pasaportları online veya makineden check-in yapabilecek standartlara sahip olmadığı için mecburen check-in kuyruğuna girdik, evde yaptığımız bütün ince ayarlara ve çeşitli yöntemlerle yaptığımız hesaplamalara rağmen bagaja vereceğimiz üç bavuldan birincisi hakkımız olan ağırlığın 4,5kg, ikincisi 2kg üzerinde çıktı, üçüncüsü ise tam olması gereken ağırlıkta. Yeni ayarlamalar yapmak için bavullarımızla kenara çekildik, yükte ağır boyutta ufak olan ve el bagajımızda taşımamıza izin verdikleri her şeyi uçakta yanımıza alacağımız sırt çantalarına ve küçük bavullarımıza aktardık. Bagaja  vereceğimiz iki bavulu da tam olması gereken kiloya indirip, check-in memuruna da gözümüzü bile kırpmadan yanımıza sadece sırt çantalarımızı alacağımız yalanını söyleyip huzur içinde külçe gibi ağır çantalarla güvenlik kontrolünden geçtik. Hiçbir şeyi benim daha önce yaptığım gibi havaalanında bırakmak zorunda kalmamıştık ama bütün bu işlemler beni iyice yordu ve uçağa bindiğimizde artık kendimi iyice bitkin hissediyordum. Yolculuk boyunca her dakika biraz daha kötüleştim ve indiğimizde artık sesim neredeyse hiç çıkmıyordu, ateşim vardı, öksürmeye başlamıştım, inişte kulaklarım bana acı vererek tıkanmışlardı ve  açılmaya hiç niyetleri yok gibiydi. Artık dış sesleri değil sadece iç sesleri duyuyordum. İç ses derken yüreğimin sesi falan sanmayın basbayağı çene eklemleri, burun hırıltısı gibi iç seslerden bahsediyorum.

Havaalanından bizi ‘Babacım’ (kayınpederim), aldı ve eve bile gitmeden doğrudan doktora gittik. Doktor beni muayene ettikten sonra faranjit ve üst solunum yolları enfeksiyonu olduğumu, dinlenmem ve söylediği antibiyotik ve ilaçları almam gerektiğini söyledi. Antibiyotik konusuna itiraz etmeye çalışsam da isyanım çok kısa sürdü, artık o kadar yorgun hissediyordum ki karşı çıkacak hiç halim yoktu, hemen iyileşmek istiyordum, ertesi gün annemin doğumgünüydü ve evde balık yiyecektik, ayrıca hemen arkadaşlarımla buluşmak, sokaklarda sürtmek, simit yemek, yeni ayakkabılarımı giymek, Firüzağa’da kahve içmek, saçlarımı kestirmek gibi hayallerim vardı, hasta olmanın hiç sırası değildi. Ama değil bunları yapmak telefonda bile konuşacak gücüm yoktu o anda. Sadece yatıp uyumak istiyordum. Uslu bir çocuk olarak ilaçlarım gelir gelmez hepsinden birer tane aldım ve aradan ayrılıp Kuledibi’ne Cem’le Yonca’nın yeni evlerine bırakıldık. Eve varır varmaz kendimizi yatağa attık ve neredeyse akşama kadar uyumuşuz. Uyandıktan sonra bavulları açtık, evde bulduğumuz bütün boş raflara ve çekmecelere itina ile yerleştik, hep söylerim, insanın evi gibisi yok diye. Eve gelmek bile keyfimi yerine getirmişti ama fiziksel olarak bitkindim. İlaçların gece saatine kadar zor bekledim ve akşam setini de alır almaz yatağa devrildim. Sabah 5:30 da uyandığımda yepyeni bir bendim artık, boğazım hala ağrıyordu ve sesim hala çıkmıyordu ama keyfim yerine gelmişti, Karpuz Serol’la aramıza yatmış gurluyordu, neşe içinde ve ne yapacağımı bilemeden yataktan kalktım, karşıdaki market açılana kadar bekledim ve kapıların açıldığını görür görmez kendimi kahvaltılık birşeyler ve su almak üzere markete attım. Biraz önce ettiğim nefis kahvaltıya doğru ilk adımı da atmış oldum.

Burnumun tıkanıklığına ve zaten normalde de çok iyi koku almıyor olmama rağmen içerisi nefis taze sebze meyve ve ekmek kokuyordu. Ekmek kokusuna kanmadım ve domates, ‘afedersin’ çengelköy hıyarı, can eriği, kayısı, mantar ve yumurta alıp eve döndüm. Kısa bir süre Serol’un uyanmasını beklesem mi diye düşündükten sonra, çıkardığım seslere hiç tepki gelmeyince bu fikirden kısa sürede caydım ve sonradan kayıtlara ‘dünyanın en güzel kahvaltısı’ olarak geçecek kahvaltıyı hazırlamaya koyuldum. Nar ekşili ve kekikli domates, hıyar, taaa Amerika’dan taşıdığımız iki ekmek diliminin arasında pişmiş ve iki dilim peynirle şenlenmiş yumurta, bir parça keçi peyniri, zeytin ve demli Türk çayı. İki bardak çayla birlikte bütün tabağı silip süpürdüm, hala inanamıyorum yediklerimin lezzetine. Ya biz gerçekten Amerika’da çok lezzetsiz şeyler yiyoruz ya da ben memlekete gelmiş olmanın keyfinden kendimden geçtim ve hayal görüyorum. Bilmiyorum hangisi doğru ama biraz önce ben dünyanın en güzel kahvaltısını ettim ve hala şaşkınlığımın tadını çıkartıyorum.


May 15, 2010

İnsanoğlu Kuş Misali

New York'daki son günümüze erkenden başladık. Daha doğrusu ben başladım, evin diğer sakini mışıl mışıl uyuyor içeride. Dün gece Esin'lerin evinde yediğimiz veda yemeğiyle detox günleri de resmen bitmiş oldu. Esin bütün gün çalışmış ve bize nefis bir vejetaryen sofra hazırlamış. Son günlerde pek hevesle yemek yapıyor. New York'daki ilk ev sahibimiz, tecrübeli akademisyen Hanna bu durumu 'late thesis syndrome' diye açıkladı, doktora tezinin son aşamasına gelen öğrencinin, sıkıntıdan ve tez yazma baskısından kendini bir zanaate adaması durumu. Esin de dediğim gibi yemek yapıyor, bence çok da başarılı. Dün akşam yediğimiz her şey çok lezzetliydi, muhabbet de öyle, bütün gece sofrada güldük eğlendik. Yemekle kaç şişe şarap içildiğini bilmiyorum, sayamadım ama gecenin sonunda hepimizin yanakları pembeleşmis, ş'ler j'ler birbirine geçmeye başlamıştı. Bu sabahın köründe uyanmamın sebebi de herhalde hala kanımda dolanan alkole karışmış İstanbul heyecanı.

Toparlanmaya dün başladık, bavulları odanın orta yerine açtık, İstanbul'a gidecekler bavula gitmeyecekler hurca giriyor, hurçlar dolunca bilimum çanta ve bez torbalara giriyorlar ve bütün bu bavullar, hurçlar, bez çanta ve torbalar şu anda yatak odasının yerinde duruyorlar. Bizim Türkiye'de olduğumuz süre boyunca evimizde başka birisi kalacak, az süre değil, dört aya yakın. O yüzden kıza en azından bir dolabı tamamen boşaltıp bırakmak istiyoruz ki hem o rahat etsin hem de bizim kişisel eşyalarımız yaz boyunca ortalıkta dolanmasın.

Ben kendi başımayken neredeyse göçebe hayatı yaşıyordum, senede en az iki kere bütün eşyalarımı toplayıp başka bir yere göçüyordum, sonra tekrar toparlanıp ya başka bir yere ya da geri dönüyordum. İki bavulla yıllarım geçti bu şekilde. İlerde bir gün evlenip aile hayatına geçince göçebe hayatımın da biteceğine dair bir inanç vardı kafamda. Sonra tam kendim gibi başka bir göçebe bulup aşık oldum, evlendim, şimdi birlikte göçüyoruz senede iki kere. Toplanma kısmını hiç sevmiyorum, bu kadar yıldan, bu kadar tecrübeden sonra hala zor geliyor ama hayatımdan da hiç şikayetim yok, seviyorum hareket halinde olmayı, olabilmeyi. Annem bana hamileyken Marmara Adasında küçük bir çingene kızına bakıp 'böyle bir kızım olsun inşallah' demiş. Sanırım benim göçebeliğim evrenin anneme cevabı.

Önümüzde çok yoğun bir gün var, toplanmak, temizlik, son siparişlerin alınıp bavullara yerleştirilmesi, yarın uçağa binmeden son bir çamaşır ve şimdi aklıma gelmeyen binbir detay. Yarın öğlen bütün bunları arkamızda bırakıp İstanbul'a doğru yola çıkacağız.

İnsanoğlu kuş misali.

May 9, 2010

Birinci Haftanın Sonu


Bugün detoxa başlayalı tam bir hafta oldu. Havanın kapalı ve rüzgarlı olmasına aldırmadan parkta küçük bir mangal partisiyle kutladık birinci haftamızı. Mangaldan gelen kokular karşısında kendime hakim olamayıp birazcık sınırların dışına çıkmış olabilirim ama geçtiğimiz bir haftaya şöyle bir bakacak olursam, bu bir hafta boyunca oldukça başarılı devam ettik diyebilirim diyete. Özellikle de yemekler konusunda. Sabah smoothie veya glutensiz bir ekmekle hafif bir kahvaltı. Öğlen ve akşam çeşitli şekillerde pişmiş sebzeler, baklagiller, arada balık ve tavuk. Aralarda suda ıslatılmış badem, ceviz, meyve. Detox demek için fazla serbest bir liste sayılır. O yüzden detox yerine temizlik demeyi tercih ediyorum sanırım. 'Bünyede bahar temizliği'. Şeker isteğim ilk birkaç günden sonra tamamen geçti. Dolapta duran siyah çikolatalar aklıma bile gelmiyor son günlerde. Süt ürünleri, yumurta ve unlu mamülleri zaten hiç aramıyorum. Dışarıda ve özellikle koştururken yiyecek birşey bulmak bazen daha zor olabiliyor ama acele etmeden biraz düşününce mutlaka diyete uygun birşeyler bulunuyor.

Temizlik boyunca her akşam yapmamız tavsiye edilen karbonatlı, tuzlu ve lavanta yağlı banyoyu sadece ilk gün yapabildim. Onun dışında her gün küveti doldurmak fazla su israfı gibi geldiği için, ayrıca New York'daki son günlerimizi ne zamandır yapmak isteyip de bir türlü yapamadığımız işlere ayırdığımız ve aşağı yukarı her gün bir programımız olduğu için rahatlatıcı banyo keyfine pek de zaman olmadı. Terlemeye yol açacak fiziksel aktivite de aynı şekilde ilk günlerde kaldı.

Bahar temizliğinin mi yoksa son dört gündür saçımı hiç toplamıyor olmamın mı  sonucu bilmiyorum ama en önemlisi bir haftadır kesintisiz devam eden baş ağrım geçti. Derinlerde bir yerde beklediğini ve yüzeye çıkmak için bir bahane aradığını hissediyorum ama aradığı bahaneyi bulamamış olacak ki son dört gündür hiç ağrı kesici almama gerek olmadı. İki haftanın sonundaki kesilen yiyecekleri yeniden diyete sokma aşamasında bulacağımı umuyorum tetikleyicilerden bir ya da birkaçını. Belki yeme düzenini değiştirmeden önce bir iki gün saçımı sıkı sıkı toplayıp bakarım bir etkisi oluyor mu diye. Tek sebebin o olmadığından eminim ama destekleyici bir sebep olduğunu tahmin ediyorum. Düzenli olarak kullandığım balık yağının yanısıra, son bir haftadır bir de magnezyum, kalsiyum, çinko ve B12 desteği kullandım. Onların da etkisi olmuş olabilir.

Yarın baş ağrısı konusunda biraz daha yazacağım. Şimdi akşam yemeğini hazırlamaya gidiyorum.

May 6, 2010

Detox Günlüğü-3


Dün üçüncü gündü. Kahvaltıdan sonra bütün günü ev dışında geçirdik ama çantama doldurduğum akşamdan ıslatılmış ceviz, bademlerle ve minik havuçlarla pek sıkıntı çekmedik.

Metropolitan Müzesi'nde geçirdik bütün günü. Ne zamandır gitmek istiyorduk, bir kaç gün önce başlayan Picasso sergisi de eklenince Türkiye öncesinde gitmek şart oldu. Sabah erkenden kalkıp, kahvaltımızı edip yola koyulduk. Önce sergiyi gezemeye karar verdik, sonrasında da müzenin kalanını. Ben yıllar önce bir kere gezmiştim Metropolitan'ı ama boyutlarını tamamen unutmuşum. Girişte elimize tutuşturulan müze planına şöyle bir bakıp önce ikici kattaki sergiyi, ardından da yine ikinci katta bulunan Avrupa resim ve heykelleri, modern sanat, musical instruments ve sırasıyla Japon, Çin, Kore, genel Asya, İslam ve Kıbrıs sanatları bölümlerini gezmeye karar verdik. Sonra da birinci katı gezip bitirecektik. Saat 4:00 olup da çantadaki bütün yemekleri çaktırmadan bitirmemize rağmen birşeyler yemeden gezmeye devam edemeyeceğimizi anladığımızda daha sadece Picasso sergisini ve Avrupa resim ve heykellerini gezebilmiştik, bir de müzik enstrumanları bölümünü.

Müzenin içindeki kafeteryalardan biri kapalı öbürü de oldukça pahalı olduğu için dışarı çıkıp diyetimize uygun birşeyler bulmak zorunda kaldık. Çok da uzaklaşmak zorunda kalmadan, bir Yunan şarküterisinden karışık ızgara sebzeler ve ızgara somondan oluşan bir paket yaptırdık ve müzeye dönüp önündeki büyük merdivenlerde yedik yemeğimizi. Somon soğuktu ve sebzeler de biraz yağlıydı ama yemeğimğz bitince karnımız doyduğundan mutlu, kaldığımız yerden devam etmek üzere içeri girdik. Bu arada müzenin kapanma saati olan 5:30'a sadece bir saatimiz kalmıştı ve Japon sanatı bölümünü de gezip gerisini sonraya bırakmaya karar verdik ama elimizde müze planı olmasına rağmen müzenin en kuzey ucundaki bölüme ulaştığımızda görevliler yavaş yavaş ziyaretçileri dışarıya doğru yönlendirmeye başlamışlardı bile. Bir kere daha evdeki hesap çarşıya uymadı ve biz de söz dinleyip kapıya doğru yönlendik. Zaten artık görsel bombardımandan kafam da kazan gibi olmuştu ve Japon sanatından da bir şey anlayacak halim kalmamıştı ama tekrar gitmek için sabırsızlanıyorum doğrusu. Bakalım kaç seferde bitirebileceğiz bütün hepsini.

Müzeyi bir yana bırakır asıl konumuz olan detoxa dönersek, üçüncü günün sonunda kendimi oldukça iyi hissediyorum. Akşama doğru canım bir parça tatlı birşey yemek istiyor. Normal zamanlarda bir parça kakao oranı yüksek, organik siyah çikolata veya kuru meyve yiyordum bu isteğimi karşılamak için, şimdi taze meyve veya havuç yiyorum. Vücudum istemeyi bırakıyor ama aklımın bir köşesi hala vızıldanıyor tatlı diye. Hiç farkında değildim küçük de olsa bu tatlı alışkanlığımın.

Baş ağrım akşamüstleri özellikle yavaşça su yüzüne çıkıyor, Serol dün 'son zamanlarda hep saçlarını topluyorsun, acaba ondan mı oluyor' dedi. Gerçekten de eskiden beri kafama uzun süre şapka, bant gibi kafamı sıkan şeyler takınca hep ağrırdı başım. Ben bu kadar yediğim içtiğimle uğraşırken acaba gerçekten saçımı toplayınca mı ağrıyor başım? Bir süre saçımı hiç toplamayacağım bakalım bir değişiklik olacak mı.

Son bir nokta da, bu diyetle birikte iyice düzene girmiş ve hızlanmış olması gereken bağırsaklarım sanki bana inat iyice yavaşladı. Çocukluğuma döndüm adeta, oysa ki son yıllarda gayet düzenli çalışıyorlardı. Az çalışan bağırsakların da baş ağrısı yaptığını biliyorum. Bu konuyla da ilgileneceğim biraz.

Bu arada bir haftalık eliminasyon dönemini iki haftaya çıkarmaya karar verdim. Nedense bir haftanın yeterli olmayacağı hissine kapıldım. Daha ancak neler olduğunu gözlemleyebiliyorum, her gün yeni bir şey keşfediyorum kendimle ilgili. Ayrıca daha pozitif etkilerini görmeye de başlamadım bile. Yani uçağa binene kadar devam edeceğim.

May 4, 2010

Detox Günlüğü-2

İkinci gün bitmek üzere. Bugün içimde hafif bir sıkıntı hissiyle uyandım, sanırım tatsız bir rüya görüyordum ve rüyada yapacaklarım yarım kaldı. Son günlerde sürekli 'Heroes' seyrettiğimizden olabilir, 'tam dünyayı kurtaracaktım, uyandım' hissi. Ya da beni terk etmekte direnen hafif başağrısından da olabilir. Bugün başım derinden derinden ağrımaya devam etti ama ilaç almadan geçirebildim bütün günü. Akşamüstü gittiğim sakin yoga dersi de çok iyi geldi. Ya ağrıdan kasıyorum bütün boyun ve kafa kaslarımı ve zaman içinde iyice artıyor o gerginlik, ya da kasıyorum diye ağrıyor başım. Her iki durumda da kasların gevşemesi iyi geliyor. Düzenli masaj da nefis olur mesela. Neyse hayal kurmayı bırakıp bugüne döneyim.

Kahvaltıdan önce bir kaşık zeytinyağı ve yarım limon suyu yuttum. Hemen ardından bu sefer içine biraz limon sıkılmış bir bardak sıcak su içtim. Kahvaltımız dünle aynıydı. Ben smoothie içtim. İçine muz, donmuş şeftali, çilek, blueberry, raspberry, keten tohumu, badem sütü ve birkaç tane buz koydum. Dünkünden daha güzel oldu. Dün bir de bitkisel potein tozu koymuştum ama ne kadar vanilyayla tatlandırsalar da bence protein tozunun tadı berbat. Bir daha kullanacağımı sanmıyorum sabah kahvaltısında. Onun yerine akşamdan ıslattığım badem ve cevizleri koyacagım yarınki smoothieme. Bakalım nasıl olacak.

Yatma saatini yine çoktan geçmişim. Bugünlük bu kadar. Arkası yarın.

May 3, 2010

Detox Günlüğü-1

Henüz Mayısın başındayız ve New York'a yaz geldi bile, belki geri gider önümüzdeki günlerde ama birkaç gündür hava 30 derece cıvarında dolanıyor ve evde nem oranı %65. Gündüz vakti don ve atlet dışındaki her şey fazla geliyor. Aile boyu bir saunada yaşıyor gibiyiz birkaç gündür. Yazın nasıl olacağını düşünmek bile istemiyorum bu şehirde.

Madem havalar bu kadar ısındı, önümüz de yaz diyerek bu hafta detox yapmaya karar verdik. Zaten iki hafta sonra İstanbul'da olacağız ve İstanbul'a misafir olarak gelmek insanın bütün yemek düzenine ağır bir darbe vuruyor. Özlenen arkadaş kahvaltıları bir yandan, bizi özlemiş ailelerin hazırladığı yemekler diğer yandan çalışıyorlar ve bütün bir sene boyunca bir daha Türk yemeklerinin yokluğunu hissetmeyelim diye bünyeyi tıka basa dolduruyorlar. İstanbul'da geçirilen birkaç haftanın sonunda hazım ve bağırsak problemleri, genel bir şişkinlik hissi ve santim santim büyüyen bel çevresi kaçınılmaz oluyor. Bari gitmeden önce bünyede bir temizlik yapalım diyerek bu sabah detoxa başladık.

Bizim temizlik bir hafta sürecek ve bu bir hafta boyunca genel olarak insan bünyesinde rahatsızlık yaratan her türlü besinden uzak duracağız, aynı zamanda porsiyonlarımızı küçülteceğiz, bir hafta boyunca hergün hafif ama terletecek kadar egzersiz yapacağız ve son olarak da hergün çeşitli yöntemlerle rahatlamaya çalışacağız. İkinci haftada ise bazı besinler yavaş yavaş geri gelecek ve her birinin bünyede yaptığı etkiler dikkatle gözlenecek. Son zamanlarda iyice artan baş ağrılarıma da iyi geleceğine inaniyorum bu iki haftalık programın. Elimden geldiğince düzenli olarak yazmaya çalışacağım bu günler boyunca.

Bir hafta boyunca diyetimizden uzak duracak yiyecekler şöyle: Süt ve süt ürünleri, her türlü rafine un ve şeker, buna yapay ve doğal tatlandırıcılar, alkol, kafein (sabah içilen bir bardak yeşil çay dışında), glutenli tahıllar, kırmızı et, yumurta ve tabi ki her türlü fast food, paketli gıda, kızartma, abur cubur.

Bu liste bizim normal zamanlardaki beslenmemizden çok da farklı olmadığı için çok zor olacağını sanmıyorum sadece kahvaltıda ekmek ve yumurta yememek, bir de arada sırada yaptığımız kaçamakları yapmamak gerekecek. Akşamüstü yenen bir parça siyah çikolata veya arada içilen Türk kahvesi olmadan da yapabilirim. Benim için daha zor olan kısmı sanırım günlük egzersiz kısmı ve her akşam yapılacak rahatlama banyosu olacak.

Bu sabah haftanın sonundaki olası fiziksel değişiklikleri görebilmek için ikimizin de önden, yandan ve arkadan fotograflarımızı çekerek başladık programa. Kahvaltıda ben meyveli ve badem sütlü smoothie içtim, Serol filizlenmiş ekmek, zeytin ve humus yedi. Aslında filizli de olsa, glutenli olduğu için ekmek listede yok ama çok da üzerine varmak istemiyorum Serol'un, sıvı kahvaltı fikri ona hiç hoş gelmiyor ve detox fikrinden tamamen soğumasındansa küçük değişikliklerle uygulamasının yine de çok faydalı olacağına inanıyorum.

Gün içinde, üç dört saatten fazla aç kalmayarak, hafif ama aç da kalmayacak şekilde yiyerek gayet güzel geçirdik birinci günü. Akaşamüstü parka gittik, biraz yürüdük, inanması zor ama biraz da koştuk. Eve gelip Serol'un pişirdiği nefis akşam yemeğini yedik. Artık üzerimde tatlı bir yorgunluk var, derinden derinden de başım ağrıyor. Havaların aniden ısınması da hiç iyi gelmedi baş ağrılarıma.

Her akşam yapmamız önerilen sıcak banyonun ardından uykuya dalmak üzereyim, aslında artık bilgisayar ekranına bakmıyor olmalıyım. Detaylara önümüzdeki günlerde girerim artık.

Arkası yarın.