November 20, 2010

Uzun Bir Aradan Sonra



Dünyanın en güzel kahvaltısının üzerinden tam altı ay, dokuz şehir, dört ülke, yüzseksen kahvaltı ve sayısız kahvaltılık geçti. Buna birkaç kan testi, bir iki yüksek değer, bir natüropat, sayısız internet araştırması da eklenince dünyanın en güzel kahvaltısı kişisel tarihimde hoş bir anı olarak yerini aldı. Sanırım o kahvaltıdan bugüne sadece domates kaldı kahvaltı sofrasında.

Kısaca şöyle gelişti olaylar:

Beni tanıyanlar ve bu blogu takip edenler bilir; yıllardır çekerim baş ağrısından. Son zamanlarda beni oldukça seyrek ziyaret etmesine rağmen baş ağrıları, hazır Türkiye'deyken bir doktora görüneyim de ona göre bir de check up yaptırayım dedim. Baş ağrısıyla ilgili olabilecek değerlere de bakılır, vitaminim mineralim eksik kalmışsa ona göre önlem alınır diye düşündüm. Amerika'da her türlü sağlık hizmeti ateş pahası malum, hele ki sigortan da yoksa hastanenin önünden geçerken bile karşı kaldırıma geçmekte fayda var. Ne olur ne olmaz diye. Buraya kadar herşey mantık çerçevesinde gelişiyor. Temmuz ayında doktora gittim, listemi aldım, katlayıp cüzdanıma koydum. İlk boş günümde testleri yaptırmaya karar verdim ve o ilk boş gün New York'a dönmeden iki gün öncesine denk geldi. Dolayısıyla test sonuçları da New Yorkia dünmek üzere havaalanına giderken yolda elime geçti ve elimde hiç beklemediğim yükseklikteki antitiroid değerleriyle vardım Brooklyn'deki evimize.

O zaman farkettim ki aslında o testleri yaptırırken bütün sonuçların normal değer aralıkları içinde çıkacağından çok eminmişim ve sağlıkla ilgili bu kadar okumama ve başkalarına danışmanlık yapmama rağmen benim sağlığımla ilgili bir terslik olabileceğini aklıma bile getirmemişim. Ve bu noktada baş ağrılarımı, her ne kadar sebeplerini araştırsam ve onlardan temelli kurtulmaya çalışsam da, bir sağlık problemi değil de benim vazgeçilmez bir parçam olarak kabul etmişim. Herhalde akıl sağlığını elinden geldiğince korumak için böyle çalışıyor zihnimiz. Sonuç olarak elimde test sonuçları, gece gündüz araştırmaya başladım doktora gidilmez ülkede. Doğrusu, elimdeki sonuçların ne demek olduğunu öğrenmeyi çok istemekle birlikte doktora gidince de birşey öğrenebileceğime dair inancım pek de kuvvetli değildi. Büyük ihtimalle elimde sabah akşam tok karna alacağım birkaç kutu ilaçla çıkacaktım doktorun ofisinden. Belki yine de gitmem gerekecek bir uzmana ve yine de almam gerekecek o ilaçları tok karna ama en azından şimdilik elimdeki diğer alternatifleri değerlendiriyorum.

En iyi bildiğim yerden başladım çalışmaya; yediklerimi düzenlemekten. Bu dönemde önce gluten çıktı hayatımdan, tekrar ve bu sefer daha uzun bir süre için. Sonra bir natüropat doktorla çalışmaya başladım bünyedeki dengesizliğin sebeplerini bulmama yardımcı olması umuduyla. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Sırasıyla şeker ve süt ürünleri -ki zaten uzun süre önce vedalşmıştık kendileriyle, dolayısıyla çok kuvvetli bir etki yaratmadı bu ikisinin yokluğu. Esas darbe sonraki besin hassasiyet testiyle geldi. Bu testin sonuçlarıyla listeye eklenen yumurta, zeytin, tekrar ediyorum zeytin ve dolayısıyla zeytinyağı derinden sarstı beni. Zeytinyağı bana kötü geliyor olabilir miydi? Bu sorunun cevabını hala bilmiyorum, inancım öyle olmadığı yönünde, belki biraz miktarını abartmışımdır. Her şeyin çoğu zarar sonuçta. Bunlarla birlikte ceviz, muz, kahve, kakao ve çok da önemsemediğim bir takim besinler daha tabağımdan uzaklaşalı sadece birkaç hafta oldu. Ancak birkaç ay geçip de tekrar test yaptırdığım zaman söyleyebileceğim bazı soruların cevabını. Bu konuda yazacak daha çok şey var ama şimdilik burada duracağım. Belki gerisi başka bir yazıda gelir.

Alerji testleri son zamanlarda çok moda, herkes yaptırıp bilmek istiyor ne yiyip ne yemeyeceğini. Ben hala şüpheyle yaklaşıyorum testlere. Belirgin bir rahatsızlık durumunda faydalı olabileceklerine inanıyorum ama insanin daha sağlıklı beslenmeye başlaması için test yaptırmadan önce atacağı  bir çok adım olduğuna da inanıyorum. Test yaptırmak biraz kolayına kaçmak sanki. Eğer o adımları atmaya hevesli değilsen, ilk heves geçtikten bir süre sonra rejim listeleri gibi rafa kaldırılacağına inanıyorum alerji testi sonuçlarının da. Ayrıca sonuçların yorumlanması da ayrı bir konu. Dediğim gibi bu konulara belki daha sonra gelirim. Kendi deneyimim de biraz daha şekillendikten ve belki de sonuçlar ortaya çıkmaya başladıktan sonra. Fakat şu birkaç haftada öğrendiğim bir şey var ki aslında sonsuz yemek seçeneğimiz var önümüzde ve biz bunların bazılarına takılıp diğerlerini hiç denemiyoruz bile. Ta ki yıllardır yediğimiz kahvaltıyı mecburen değiştirmemiz gerekene kadar.

Bakalım domatesle ne zaman  vedalaşacağız?

May 18, 2010

Dünyanın En Güzel Kahvaltısı

Sanırım biraz önce dünyanın en lezzetli kahvaltısını ettim. Ya da bana öyle geldi. Hem de hastayım, iştahsızım ve ağzımın tadı yerinde değil derken. Nasıl oldu bilmiyorum, en iyisi baştan başlayayım anlatmaya.

New York’daki son günümüzde, en son siparişleri toplamak için Manhattan’a indiğimiz sırada boğazım ufak ufak ufuktaki bir nezlenin sinyallerini vermeye başladı. Derinden bir yanma, belki birazcık da kaşınma, tam tarif edemeyeceğim ama yakından tanıdığım bir his. Genelde bu his geldikten yaklaşık 10-12 saat sonra burnum akmaya başlar, birkaç gün boyunca akmaya devam eder, bol su, bitki çayı, vitamin, gargara ve birkaç rulo tuvalet kağıdı sonrasında da yavaşça yok olur. Sürekli akan bir burun canımı sıksa da beni yatağa düşürmediği için çok da aklıma takmam bu durumu. Bu sefer de öyle olacak sandım. Akşama doğru boğazım daha da yanmaya ve burnum akmaya başladı. Ertesi sabah tıkalı bir burun ve alıştığımdan daha fazla yanan bir boğazla uyandım. Bütün enerjim çekilmiş gibi hissediyordum. Uçağımız akşamüstü 4:40’daydı, evden çıkana kadar çamaşırhaneye gidip çamaşır yıkamamız, çiçeklerden üçünün saksılarını değiştirmemiz, evi son bir kez kabaca da olsa temizlememiz, bavullardaki son ayarlamaları yapmamız, biz yokken evimizde kalacak olan kıza evle ilgili bilmesi gereken detayları içeren bir not yazmamız, anahtarları teslim etmemiz ve en geç saat 1:00’de evden çıkmış olmamız gerekiyordu. Erkenden uyanıp neredeyse sürünerek güne başladım, duş alıp Serol’u uyandırdım, yapılacakları bölüştük ve hızla işe koyulduk, bütün hepsini bitirip taksiye bindiğimizde saat 12:50’ydi.

Havaalanına vakitlice vardık, Türk pasaportları online veya makineden check-in yapabilecek standartlara sahip olmadığı için mecburen check-in kuyruğuna girdik, evde yaptığımız bütün ince ayarlara ve çeşitli yöntemlerle yaptığımız hesaplamalara rağmen bagaja vereceğimiz üç bavuldan birincisi hakkımız olan ağırlığın 4,5kg, ikincisi 2kg üzerinde çıktı, üçüncüsü ise tam olması gereken ağırlıkta. Yeni ayarlamalar yapmak için bavullarımızla kenara çekildik, yükte ağır boyutta ufak olan ve el bagajımızda taşımamıza izin verdikleri her şeyi uçakta yanımıza alacağımız sırt çantalarına ve küçük bavullarımıza aktardık. Bagaja  vereceğimiz iki bavulu da tam olması gereken kiloya indirip, check-in memuruna da gözümüzü bile kırpmadan yanımıza sadece sırt çantalarımızı alacağımız yalanını söyleyip huzur içinde külçe gibi ağır çantalarla güvenlik kontrolünden geçtik. Hiçbir şeyi benim daha önce yaptığım gibi havaalanında bırakmak zorunda kalmamıştık ama bütün bu işlemler beni iyice yordu ve uçağa bindiğimizde artık kendimi iyice bitkin hissediyordum. Yolculuk boyunca her dakika biraz daha kötüleştim ve indiğimizde artık sesim neredeyse hiç çıkmıyordu, ateşim vardı, öksürmeye başlamıştım, inişte kulaklarım bana acı vererek tıkanmışlardı ve  açılmaya hiç niyetleri yok gibiydi. Artık dış sesleri değil sadece iç sesleri duyuyordum. İç ses derken yüreğimin sesi falan sanmayın basbayağı çene eklemleri, burun hırıltısı gibi iç seslerden bahsediyorum.

Havaalanından bizi ‘Babacım’ (kayınpederim), aldı ve eve bile gitmeden doğrudan doktora gittik. Doktor beni muayene ettikten sonra faranjit ve üst solunum yolları enfeksiyonu olduğumu, dinlenmem ve söylediği antibiyotik ve ilaçları almam gerektiğini söyledi. Antibiyotik konusuna itiraz etmeye çalışsam da isyanım çok kısa sürdü, artık o kadar yorgun hissediyordum ki karşı çıkacak hiç halim yoktu, hemen iyileşmek istiyordum, ertesi gün annemin doğumgünüydü ve evde balık yiyecektik, ayrıca hemen arkadaşlarımla buluşmak, sokaklarda sürtmek, simit yemek, yeni ayakkabılarımı giymek, Firüzağa’da kahve içmek, saçlarımı kestirmek gibi hayallerim vardı, hasta olmanın hiç sırası değildi. Ama değil bunları yapmak telefonda bile konuşacak gücüm yoktu o anda. Sadece yatıp uyumak istiyordum. Uslu bir çocuk olarak ilaçlarım gelir gelmez hepsinden birer tane aldım ve aradan ayrılıp Kuledibi’ne Cem’le Yonca’nın yeni evlerine bırakıldık. Eve varır varmaz kendimizi yatağa attık ve neredeyse akşama kadar uyumuşuz. Uyandıktan sonra bavulları açtık, evde bulduğumuz bütün boş raflara ve çekmecelere itina ile yerleştik, hep söylerim, insanın evi gibisi yok diye. Eve gelmek bile keyfimi yerine getirmişti ama fiziksel olarak bitkindim. İlaçların gece saatine kadar zor bekledim ve akşam setini de alır almaz yatağa devrildim. Sabah 5:30 da uyandığımda yepyeni bir bendim artık, boğazım hala ağrıyordu ve sesim hala çıkmıyordu ama keyfim yerine gelmişti, Karpuz Serol’la aramıza yatmış gurluyordu, neşe içinde ve ne yapacağımı bilemeden yataktan kalktım, karşıdaki market açılana kadar bekledim ve kapıların açıldığını görür görmez kendimi kahvaltılık birşeyler ve su almak üzere markete attım. Biraz önce ettiğim nefis kahvaltıya doğru ilk adımı da atmış oldum.

Burnumun tıkanıklığına ve zaten normalde de çok iyi koku almıyor olmama rağmen içerisi nefis taze sebze meyve ve ekmek kokuyordu. Ekmek kokusuna kanmadım ve domates, ‘afedersin’ çengelköy hıyarı, can eriği, kayısı, mantar ve yumurta alıp eve döndüm. Kısa bir süre Serol’un uyanmasını beklesem mi diye düşündükten sonra, çıkardığım seslere hiç tepki gelmeyince bu fikirden kısa sürede caydım ve sonradan kayıtlara ‘dünyanın en güzel kahvaltısı’ olarak geçecek kahvaltıyı hazırlamaya koyuldum. Nar ekşili ve kekikli domates, hıyar, taaa Amerika’dan taşıdığımız iki ekmek diliminin arasında pişmiş ve iki dilim peynirle şenlenmiş yumurta, bir parça keçi peyniri, zeytin ve demli Türk çayı. İki bardak çayla birlikte bütün tabağı silip süpürdüm, hala inanamıyorum yediklerimin lezzetine. Ya biz gerçekten Amerika’da çok lezzetsiz şeyler yiyoruz ya da ben memlekete gelmiş olmanın keyfinden kendimden geçtim ve hayal görüyorum. Bilmiyorum hangisi doğru ama biraz önce ben dünyanın en güzel kahvaltısını ettim ve hala şaşkınlığımın tadını çıkartıyorum.


May 15, 2010

İnsanoğlu Kuş Misali

New York'daki son günümüze erkenden başladık. Daha doğrusu ben başladım, evin diğer sakini mışıl mışıl uyuyor içeride. Dün gece Esin'lerin evinde yediğimiz veda yemeğiyle detox günleri de resmen bitmiş oldu. Esin bütün gün çalışmış ve bize nefis bir vejetaryen sofra hazırlamış. Son günlerde pek hevesle yemek yapıyor. New York'daki ilk ev sahibimiz, tecrübeli akademisyen Hanna bu durumu 'late thesis syndrome' diye açıkladı, doktora tezinin son aşamasına gelen öğrencinin, sıkıntıdan ve tez yazma baskısından kendini bir zanaate adaması durumu. Esin de dediğim gibi yemek yapıyor, bence çok da başarılı. Dün akşam yediğimiz her şey çok lezzetliydi, muhabbet de öyle, bütün gece sofrada güldük eğlendik. Yemekle kaç şişe şarap içildiğini bilmiyorum, sayamadım ama gecenin sonunda hepimizin yanakları pembeleşmis, ş'ler j'ler birbirine geçmeye başlamıştı. Bu sabahın köründe uyanmamın sebebi de herhalde hala kanımda dolanan alkole karışmış İstanbul heyecanı.

Toparlanmaya dün başladık, bavulları odanın orta yerine açtık, İstanbul'a gidecekler bavula gitmeyecekler hurca giriyor, hurçlar dolunca bilimum çanta ve bez torbalara giriyorlar ve bütün bu bavullar, hurçlar, bez çanta ve torbalar şu anda yatak odasının yerinde duruyorlar. Bizim Türkiye'de olduğumuz süre boyunca evimizde başka birisi kalacak, az süre değil, dört aya yakın. O yüzden kıza en azından bir dolabı tamamen boşaltıp bırakmak istiyoruz ki hem o rahat etsin hem de bizim kişisel eşyalarımız yaz boyunca ortalıkta dolanmasın.

Ben kendi başımayken neredeyse göçebe hayatı yaşıyordum, senede en az iki kere bütün eşyalarımı toplayıp başka bir yere göçüyordum, sonra tekrar toparlanıp ya başka bir yere ya da geri dönüyordum. İki bavulla yıllarım geçti bu şekilde. İlerde bir gün evlenip aile hayatına geçince göçebe hayatımın da biteceğine dair bir inanç vardı kafamda. Sonra tam kendim gibi başka bir göçebe bulup aşık oldum, evlendim, şimdi birlikte göçüyoruz senede iki kere. Toplanma kısmını hiç sevmiyorum, bu kadar yıldan, bu kadar tecrübeden sonra hala zor geliyor ama hayatımdan da hiç şikayetim yok, seviyorum hareket halinde olmayı, olabilmeyi. Annem bana hamileyken Marmara Adasında küçük bir çingene kızına bakıp 'böyle bir kızım olsun inşallah' demiş. Sanırım benim göçebeliğim evrenin anneme cevabı.

Önümüzde çok yoğun bir gün var, toplanmak, temizlik, son siparişlerin alınıp bavullara yerleştirilmesi, yarın uçağa binmeden son bir çamaşır ve şimdi aklıma gelmeyen binbir detay. Yarın öğlen bütün bunları arkamızda bırakıp İstanbul'a doğru yola çıkacağız.

İnsanoğlu kuş misali.

May 9, 2010

Birinci Haftanın Sonu


Bugün detoxa başlayalı tam bir hafta oldu. Havanın kapalı ve rüzgarlı olmasına aldırmadan parkta küçük bir mangal partisiyle kutladık birinci haftamızı. Mangaldan gelen kokular karşısında kendime hakim olamayıp birazcık sınırların dışına çıkmış olabilirim ama geçtiğimiz bir haftaya şöyle bir bakacak olursam, bu bir hafta boyunca oldukça başarılı devam ettik diyebilirim diyete. Özellikle de yemekler konusunda. Sabah smoothie veya glutensiz bir ekmekle hafif bir kahvaltı. Öğlen ve akşam çeşitli şekillerde pişmiş sebzeler, baklagiller, arada balık ve tavuk. Aralarda suda ıslatılmış badem, ceviz, meyve. Detox demek için fazla serbest bir liste sayılır. O yüzden detox yerine temizlik demeyi tercih ediyorum sanırım. 'Bünyede bahar temizliği'. Şeker isteğim ilk birkaç günden sonra tamamen geçti. Dolapta duran siyah çikolatalar aklıma bile gelmiyor son günlerde. Süt ürünleri, yumurta ve unlu mamülleri zaten hiç aramıyorum. Dışarıda ve özellikle koştururken yiyecek birşey bulmak bazen daha zor olabiliyor ama acele etmeden biraz düşününce mutlaka diyete uygun birşeyler bulunuyor.

Temizlik boyunca her akşam yapmamız tavsiye edilen karbonatlı, tuzlu ve lavanta yağlı banyoyu sadece ilk gün yapabildim. Onun dışında her gün küveti doldurmak fazla su israfı gibi geldiği için, ayrıca New York'daki son günlerimizi ne zamandır yapmak isteyip de bir türlü yapamadığımız işlere ayırdığımız ve aşağı yukarı her gün bir programımız olduğu için rahatlatıcı banyo keyfine pek de zaman olmadı. Terlemeye yol açacak fiziksel aktivite de aynı şekilde ilk günlerde kaldı.

Bahar temizliğinin mi yoksa son dört gündür saçımı hiç toplamıyor olmamın mı  sonucu bilmiyorum ama en önemlisi bir haftadır kesintisiz devam eden baş ağrım geçti. Derinlerde bir yerde beklediğini ve yüzeye çıkmak için bir bahane aradığını hissediyorum ama aradığı bahaneyi bulamamış olacak ki son dört gündür hiç ağrı kesici almama gerek olmadı. İki haftanın sonundaki kesilen yiyecekleri yeniden diyete sokma aşamasında bulacağımı umuyorum tetikleyicilerden bir ya da birkaçını. Belki yeme düzenini değiştirmeden önce bir iki gün saçımı sıkı sıkı toplayıp bakarım bir etkisi oluyor mu diye. Tek sebebin o olmadığından eminim ama destekleyici bir sebep olduğunu tahmin ediyorum. Düzenli olarak kullandığım balık yağının yanısıra, son bir haftadır bir de magnezyum, kalsiyum, çinko ve B12 desteği kullandım. Onların da etkisi olmuş olabilir.

Yarın baş ağrısı konusunda biraz daha yazacağım. Şimdi akşam yemeğini hazırlamaya gidiyorum.

May 6, 2010

Detox Günlüğü-3


Dün üçüncü gündü. Kahvaltıdan sonra bütün günü ev dışında geçirdik ama çantama doldurduğum akşamdan ıslatılmış ceviz, bademlerle ve minik havuçlarla pek sıkıntı çekmedik.

Metropolitan Müzesi'nde geçirdik bütün günü. Ne zamandır gitmek istiyorduk, bir kaç gün önce başlayan Picasso sergisi de eklenince Türkiye öncesinde gitmek şart oldu. Sabah erkenden kalkıp, kahvaltımızı edip yola koyulduk. Önce sergiyi gezemeye karar verdik, sonrasında da müzenin kalanını. Ben yıllar önce bir kere gezmiştim Metropolitan'ı ama boyutlarını tamamen unutmuşum. Girişte elimize tutuşturulan müze planına şöyle bir bakıp önce ikici kattaki sergiyi, ardından da yine ikinci katta bulunan Avrupa resim ve heykelleri, modern sanat, musical instruments ve sırasıyla Japon, Çin, Kore, genel Asya, İslam ve Kıbrıs sanatları bölümlerini gezmeye karar verdik. Sonra da birinci katı gezip bitirecektik. Saat 4:00 olup da çantadaki bütün yemekleri çaktırmadan bitirmemize rağmen birşeyler yemeden gezmeye devam edemeyeceğimizi anladığımızda daha sadece Picasso sergisini ve Avrupa resim ve heykellerini gezebilmiştik, bir de müzik enstrumanları bölümünü.

Müzenin içindeki kafeteryalardan biri kapalı öbürü de oldukça pahalı olduğu için dışarı çıkıp diyetimize uygun birşeyler bulmak zorunda kaldık. Çok da uzaklaşmak zorunda kalmadan, bir Yunan şarküterisinden karışık ızgara sebzeler ve ızgara somondan oluşan bir paket yaptırdık ve müzeye dönüp önündeki büyük merdivenlerde yedik yemeğimizi. Somon soğuktu ve sebzeler de biraz yağlıydı ama yemeğimğz bitince karnımız doyduğundan mutlu, kaldığımız yerden devam etmek üzere içeri girdik. Bu arada müzenin kapanma saati olan 5:30'a sadece bir saatimiz kalmıştı ve Japon sanatı bölümünü de gezip gerisini sonraya bırakmaya karar verdik ama elimizde müze planı olmasına rağmen müzenin en kuzey ucundaki bölüme ulaştığımızda görevliler yavaş yavaş ziyaretçileri dışarıya doğru yönlendirmeye başlamışlardı bile. Bir kere daha evdeki hesap çarşıya uymadı ve biz de söz dinleyip kapıya doğru yönlendik. Zaten artık görsel bombardımandan kafam da kazan gibi olmuştu ve Japon sanatından da bir şey anlayacak halim kalmamıştı ama tekrar gitmek için sabırsızlanıyorum doğrusu. Bakalım kaç seferde bitirebileceğiz bütün hepsini.

Müzeyi bir yana bırakır asıl konumuz olan detoxa dönersek, üçüncü günün sonunda kendimi oldukça iyi hissediyorum. Akşama doğru canım bir parça tatlı birşey yemek istiyor. Normal zamanlarda bir parça kakao oranı yüksek, organik siyah çikolata veya kuru meyve yiyordum bu isteğimi karşılamak için, şimdi taze meyve veya havuç yiyorum. Vücudum istemeyi bırakıyor ama aklımın bir köşesi hala vızıldanıyor tatlı diye. Hiç farkında değildim küçük de olsa bu tatlı alışkanlığımın.

Baş ağrım akşamüstleri özellikle yavaşça su yüzüne çıkıyor, Serol dün 'son zamanlarda hep saçlarını topluyorsun, acaba ondan mı oluyor' dedi. Gerçekten de eskiden beri kafama uzun süre şapka, bant gibi kafamı sıkan şeyler takınca hep ağrırdı başım. Ben bu kadar yediğim içtiğimle uğraşırken acaba gerçekten saçımı toplayınca mı ağrıyor başım? Bir süre saçımı hiç toplamayacağım bakalım bir değişiklik olacak mı.

Son bir nokta da, bu diyetle birikte iyice düzene girmiş ve hızlanmış olması gereken bağırsaklarım sanki bana inat iyice yavaşladı. Çocukluğuma döndüm adeta, oysa ki son yıllarda gayet düzenli çalışıyorlardı. Az çalışan bağırsakların da baş ağrısı yaptığını biliyorum. Bu konuyla da ilgileneceğim biraz.

Bu arada bir haftalık eliminasyon dönemini iki haftaya çıkarmaya karar verdim. Nedense bir haftanın yeterli olmayacağı hissine kapıldım. Daha ancak neler olduğunu gözlemleyebiliyorum, her gün yeni bir şey keşfediyorum kendimle ilgili. Ayrıca daha pozitif etkilerini görmeye de başlamadım bile. Yani uçağa binene kadar devam edeceğim.

May 4, 2010

Detox Günlüğü-2

İkinci gün bitmek üzere. Bugün içimde hafif bir sıkıntı hissiyle uyandım, sanırım tatsız bir rüya görüyordum ve rüyada yapacaklarım yarım kaldı. Son günlerde sürekli 'Heroes' seyrettiğimizden olabilir, 'tam dünyayı kurtaracaktım, uyandım' hissi. Ya da beni terk etmekte direnen hafif başağrısından da olabilir. Bugün başım derinden derinden ağrımaya devam etti ama ilaç almadan geçirebildim bütün günü. Akşamüstü gittiğim sakin yoga dersi de çok iyi geldi. Ya ağrıdan kasıyorum bütün boyun ve kafa kaslarımı ve zaman içinde iyice artıyor o gerginlik, ya da kasıyorum diye ağrıyor başım. Her iki durumda da kasların gevşemesi iyi geliyor. Düzenli masaj da nefis olur mesela. Neyse hayal kurmayı bırakıp bugüne döneyim.

Kahvaltıdan önce bir kaşık zeytinyağı ve yarım limon suyu yuttum. Hemen ardından bu sefer içine biraz limon sıkılmış bir bardak sıcak su içtim. Kahvaltımız dünle aynıydı. Ben smoothie içtim. İçine muz, donmuş şeftali, çilek, blueberry, raspberry, keten tohumu, badem sütü ve birkaç tane buz koydum. Dünkünden daha güzel oldu. Dün bir de bitkisel potein tozu koymuştum ama ne kadar vanilyayla tatlandırsalar da bence protein tozunun tadı berbat. Bir daha kullanacağımı sanmıyorum sabah kahvaltısında. Onun yerine akşamdan ıslattığım badem ve cevizleri koyacagım yarınki smoothieme. Bakalım nasıl olacak.

Yatma saatini yine çoktan geçmişim. Bugünlük bu kadar. Arkası yarın.

May 3, 2010

Detox Günlüğü-1

Henüz Mayısın başındayız ve New York'a yaz geldi bile, belki geri gider önümüzdeki günlerde ama birkaç gündür hava 30 derece cıvarında dolanıyor ve evde nem oranı %65. Gündüz vakti don ve atlet dışındaki her şey fazla geliyor. Aile boyu bir saunada yaşıyor gibiyiz birkaç gündür. Yazın nasıl olacağını düşünmek bile istemiyorum bu şehirde.

Madem havalar bu kadar ısındı, önümüz de yaz diyerek bu hafta detox yapmaya karar verdik. Zaten iki hafta sonra İstanbul'da olacağız ve İstanbul'a misafir olarak gelmek insanın bütün yemek düzenine ağır bir darbe vuruyor. Özlenen arkadaş kahvaltıları bir yandan, bizi özlemiş ailelerin hazırladığı yemekler diğer yandan çalışıyorlar ve bütün bir sene boyunca bir daha Türk yemeklerinin yokluğunu hissetmeyelim diye bünyeyi tıka basa dolduruyorlar. İstanbul'da geçirilen birkaç haftanın sonunda hazım ve bağırsak problemleri, genel bir şişkinlik hissi ve santim santim büyüyen bel çevresi kaçınılmaz oluyor. Bari gitmeden önce bünyede bir temizlik yapalım diyerek bu sabah detoxa başladık.

Bizim temizlik bir hafta sürecek ve bu bir hafta boyunca genel olarak insan bünyesinde rahatsızlık yaratan her türlü besinden uzak duracağız, aynı zamanda porsiyonlarımızı küçülteceğiz, bir hafta boyunca hergün hafif ama terletecek kadar egzersiz yapacağız ve son olarak da hergün çeşitli yöntemlerle rahatlamaya çalışacağız. İkinci haftada ise bazı besinler yavaş yavaş geri gelecek ve her birinin bünyede yaptığı etkiler dikkatle gözlenecek. Son zamanlarda iyice artan baş ağrılarıma da iyi geleceğine inaniyorum bu iki haftalık programın. Elimden geldiğince düzenli olarak yazmaya çalışacağım bu günler boyunca.

Bir hafta boyunca diyetimizden uzak duracak yiyecekler şöyle: Süt ve süt ürünleri, her türlü rafine un ve şeker, buna yapay ve doğal tatlandırıcılar, alkol, kafein (sabah içilen bir bardak yeşil çay dışında), glutenli tahıllar, kırmızı et, yumurta ve tabi ki her türlü fast food, paketli gıda, kızartma, abur cubur.

Bu liste bizim normal zamanlardaki beslenmemizden çok da farklı olmadığı için çok zor olacağını sanmıyorum sadece kahvaltıda ekmek ve yumurta yememek, bir de arada sırada yaptığımız kaçamakları yapmamak gerekecek. Akşamüstü yenen bir parça siyah çikolata veya arada içilen Türk kahvesi olmadan da yapabilirim. Benim için daha zor olan kısmı sanırım günlük egzersiz kısmı ve her akşam yapılacak rahatlama banyosu olacak.

Bu sabah haftanın sonundaki olası fiziksel değişiklikleri görebilmek için ikimizin de önden, yandan ve arkadan fotograflarımızı çekerek başladık programa. Kahvaltıda ben meyveli ve badem sütlü smoothie içtim, Serol filizlenmiş ekmek, zeytin ve humus yedi. Aslında filizli de olsa, glutenli olduğu için ekmek listede yok ama çok da üzerine varmak istemiyorum Serol'un, sıvı kahvaltı fikri ona hiç hoş gelmiyor ve detox fikrinden tamamen soğumasındansa küçük değişikliklerle uygulamasının yine de çok faydalı olacağına inanıyorum.

Gün içinde, üç dört saatten fazla aç kalmayarak, hafif ama aç da kalmayacak şekilde yiyerek gayet güzel geçirdik birinci günü. Akaşamüstü parka gittik, biraz yürüdük, inanması zor ama biraz da koştuk. Eve gelip Serol'un pişirdiği nefis akşam yemeğini yedik. Artık üzerimde tatlı bir yorgunluk var, derinden derinden de başım ağrıyor. Havaların aniden ısınması da hiç iyi gelmedi baş ağrılarıma.

Her akşam yapmamız önerilen sıcak banyonun ardından uykuya dalmak üzereyim, aslında artık bilgisayar ekranına bakmıyor olmalıyım. Detaylara önümüzdeki günlerde girerim artık.

Arkası yarın.

April 3, 2010

Daldan Dala


Evin bütün pencerelerinden güneş geliyor içeriye. Pencerelerin önündeki çiçekler kafalarını dışarıya doğru çeviriyorlar. Hepsi değil aslında. Ben güneşi seviyorum diye herkesin, özellikle de çiçeklerin güneş alan yerlerde çok mutlu olacaklarına inanıyorum. Ne yazık ki geçtiğimiz haftalarda bunun doğru olmadığını öğrendim. Serol doğumgünümde saksıda bir ortanca almıştı, ufak bir saksıda ama üzerinde bir sürü mavi çiçeği olan bir ortanca. İki gün boyunca mutfak penceresinin önünde çiçekçiden geldiği küçük plastik saksının içinde yaşadı, ya da yaşamaya çalıştı. Üçüncü sabah uyandığımızda bütün çiçekleri sünmüş, yaprakları da kuruluktan kıtır kıtır olmuştu. Böylece ortancanın doğrudan güneş ışığını hiç sevmediğini, gölge veya yarı gölgesevdiğini, ayrıca da toprağının hep nemli olması gerektiğini öğrendim. Tabi bunlar kendi kendime anlamadım ortancanın kurumuş yapraklarını görünce, internetten baktım. Ayrıca renklerinin de topraktaki asit oranına göre değiştiğini öğrendim. Toprak ne kadar kireçliyse ortancanın çiçeği de o oranda pembe, beyaz, toprak asitliyse yani besince zenginse de mavi, mor olurmuş. Bizimkinin son kalan çiçeği şimdilik mavi ve salonun pencerelere en uzak köşesinde, diğer güneş sevmeyen bitkilerle birlikte duruyor. Bu arada evde ortanca nasıl yetişir diye bakarken google'dan Murat Pilevneli'nin hazırladığı http://bahcevan.com/ diye bir siteye rastladım ve çok beğendim yazdıklarını. Bütün bu ortanca bilgilerini de oradan öğrendim.

Ben ortancagillerden değilim sanırım. Daha çok ayçiçeğigillerden belki. Yüzüm gülüyor güneşi gördüğümde. Mutlu anılar daha çok güneşli anılar gibi kalıyor aklımda. Gerçekten güneşli havalarda daha mutlu olduğumdan mı yoksa sonradan anıları kafamda dosyalara, klasörlere koyup arşivlerken mi oluyor o değişiklik bilmiyorum. Son yıllarda güneşin bu kadar karalanmasına, insana zarardan başka hiç bir şey vermiyormuş gibi davranılmasına da içerliyordum için için. En az 50 faktör koruyucu sürmeden güneşe çıkmak insanın kendisine yapabileceği en kötü şey sanki, git kendini camdan at daha iyi neredeyse. Bu kadar kötü, bu kadar zararlı olabilir mi güneş?

İlkokuldayken bir kedim vardı, adı Kara. Bahçemizde doğan kedilerden, hayatta kalmayı başarmış iki yavrudan biriydi, diğeri de Bekir. Kara çok güzel bir kızdı, kapkara pofidik tüyleri vardı, sadece göğsünde bir beyaz önlük. Oldukça içine kapanık bir kediydi, belli ki hiç sokak kedisi olmak istemiyordu. Kardeşi Bekir bahçede fink atarken Kara bütün bir kışı apartmanın içinde, bizim kapının önünde yatarak geçirdi. Sonra bir gün ortadan kayboldu, bir hafta falan hiç görmedik Kara'yı, çağırmamıza, kuru mama kutusunu sallamamıza rağmen hiç ortaya çıkmadı. Bir haftanın sonunda yağmurlu bir ilkbahar gününde Bekir miyavlayarak bizi balkonun altındaki odunluğa götürdü, Kara odunların arasında sıkışmış duruyordu, tüyleri sırılsıklam, yapış yapış olmuştu. Arka bacakları hiç tutmuyordu, belden aşağısını küçük bir çuval gibi sürüklemeye çalışıyordu güçsüz kalmış ön bacaklarıyla. Araba çarptı sandık, hemen veterinere götürdük. O zaman havalı veteriner klinikleri de yoktu, ya da biz bilmiyorduk, Bağdat Caddesi'nde Ziraat Bakanlığı'nın hayvan hastanesine götürmüştük. Hafif aksi veteriner Kara'yı görür görmez 'bu kedi hiç mi güneş görmüyor' diye sormuştu. Raşitik olmuş Kara, 'D vitamini eksikliğinden olur' demişti veteriner. İki hafta boyunca her gün D vitamini iğnesi olmaya götürdük Kara'yı ve kendisini biraz toparladıktan sonra da gündüzleri apartmanın içinde geçirmesine izin vermedik. Bir daha hiç eski haline dönmedi ama biraz güçlendi bacakları, yürüyebiliyordu en azından, heyecanlanınca yine sürüklüyordu arka bacaklarını. Birkaç sene daha yaşadı, sonra ortadan kayboldu. Araba çarptı diyor annem, ben hiç hatırlamıyorum ne olduğunu. Bekir uzun seneler bizimle yaşadı, bir sürü yavrusu oldu, sadece doğurduğu dönemlerde evde kalmak istedi, onun dışında hep bahçedeydi.

O zamanlar güneş bu kadar zararlı değildi, zararlıysa da biz bilmiyorduk, ozon tabakasında delik yoktu, varsa da bizim haberimiz yoktu, güneşlenirken 50 faktör değil kakao yağı kullanıyorduk, bazen de Delial 'bronzlaşmak için ideal' bazen de Johnson Baby oıl'ın içinde eritilmiş kakao yağı. kabul ediyorum, bronz olmayı biraz abartmıştık. Şimdi de biraz fazla mı diğer uca kaçtık acaba diye düşünmeden edemiyorum. Tamam öğlen güneşinde kakao yağı sürüp güneşin altında kavrulalım demiyorum ama bu kadar da kaçmak doğru mu güneşten?

Hiç mi faydası kalmadı tepemizdeki güneşin? D vitaminini de illa hap halinde mi almamız gerekiyor? Her konuda olduğu gibi bu konuda da bir sürü karşıt görüş var. Bazıları diyor ki D vitamininin en iyi kaynağı güneştir ve sunscreen kullanmak vücutta D vitamini oluşmasını engeller, bazıları da eğer bütün gün plajda yatmıyorsanız güneş zaten D vitamini ihtiyacınızı karşılamaz, ancak iyi kalite bir D vitamini katkısıyla vücut için gerekli D vitamini sağlanır diyor.  Bütün gün plajda yatmayı gönülden istesem de artık çok iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum, kaldı ki çok mümkün de değil.

Bu tartışmaların doğru veya yanlış bir sonucu yok, herkesin güneşle ilişkisi kendine kalmış. Ben şahsen uzun bir kıştan sonra güneşin derimin altına girip kemiklerimi ısıtması hissini hiç bir şeye değişmem, parkta, plajda veya yol kenarındaki bir bankta. Nerede olduğu hiç farketmez.

April 1, 2010

Seçenek ve Mutluluk


'Today I am not going to make any decisions because it is not clever to do so'.
                                                              Erich Schiffmann

Bugün hava nefisti. Kaç günlük yağmur, çamur, soğuk, rüzgar işkencesi bugün tamamen sona erdi. Bir kötü hava dalgasını daha atlattık ve sonunda baharı hakettik galiba. Sabahtan Esin'le buluşup Manhattan'a gittik, konsolosluktaki esas görevimizi uzun bşr süre sırada beklememize rağmen başarıyla tamamladıktan sonra sokaklarda yürüdük, yemek yedik, sonra biraz daha yürüdük. Sonra ayrıldık ve ben eve geldim ama güzel havaya doyamamışım ki eve girer girmez yeni hedefler belirleyip, üzerime daha yazlık birşeyler giyip yine çıktım evden. Bu sefer de mahallede yürüdüm uzun uzun, postaneye gittim, sağlıkçı markete alışverişe gittim, dükkanların vitrinlerine baktım, sokaktaki insanlara baktım, sonunda yürümekten yorgun, elim kolum yaptığım alışverişlerle dolu kendimi eve attım. Aslında biraz dinlenip yogaya gitmeyi planlıyordum ama son anda yogadan vazgeçip onun yerine yemek yapmaya karar verdim.

Geçenlerde bir yerde mutlulukla ilgili bir konuşma izlemiştim, şu anda nerede izlediğimi ve kimin konuştuğunu tam olarak hatırlamıyorum ama büyük ihtimalle facebook'da dolanan videolardan biridir. Yoksa video değil de yazı mıydı? Sabahları ben de ginko almaya başlasam iyi olacak sanırım. Herneyse genel görüşün aksine, insanın karşısına çıkan seçenekler arttıkça mutluluk seviyesinin düştüğünden bahsediyordu. Yani ne kadar çok seçme özgürlüğümüz ve seçeneğimiz olursa, aklımız da o kadar çok seçmediklerimizde kalıyor ve diğerlerini seçseydik kimbilir ne kadar daha mutlu olacağımızı düşünüp yapmış olduğumuz seçimin tadına varamıyoruz ve mutsuz oluyoruz. Ana fikri buydu sanırım konuşmanın.

Benim bu akşamüstü için önümde çok da alternatifim olmadığı için, yemek yapma kararımdan gayet memnun mutfağa dalıp kollarımı sıvadım ve yemek yapmaya koyuldum.

Yarından itibaren Serol için çok yoğun bir hafta başlayacak diye onu mutlu edecek yemekler yapmaya karar verdim ve gazpacho, köfte ve pilavda karar kıldım.  Gazpacho, yani bir nevi soğuk domates çorbası son günlerde hayatımıza girdi. Aslında ideal bir yaz yemeği, kokusu bile yaz gibi ama geçenlerde yaptığımda o kadar güzel oldu ki tekrar yapmak için yazı bekleyemedim. Halbuki havalar iyice ısınana kadar domates almamaya karar vermiştim. Domatesin daha mevsimi gelmediği için buraya sıcak memekeletlerden geliyorlar, bizim marketteki yerlerini alana kadar çok fazla seyahat ediyorlar, dolayısıyla pahalılar, çevreyi kirletiyorlar, üstüne üstlük bir de lezzetsizler. Yine de dayanamadım ve bir torba domatesi atıverdim alışveriş sepetime. İyi de yapmışım, yemek nefis oldu.

Benim için karar vermek her zaman bu kadar kolay olmuyor. Genelde uzun bir kıvranma, kafamda tekrar tekrar her alternatifin artılarını ve eksilerini karşılaştırma, kendimi ikna etme,  aralarından birisine yanaşma, diğerlerini kötüleme, kendimi gelecekte kararımdan çok menun hayal etme, sonra bir de diğer alternatifleri hayal edip en başa dönme, başkalarına danışma ve en sonunda bu kadar uzun düşündükten sonra alternatiflerden bazılarının zaman aşımına uğramasıyla mecburen elimde kalan alternatifi seçmiş sayılma gibi aşamalardan geçiyorum. Belki bu kadar kafamı yormasam da sonuç aynı olacak ve ben daha huzurlu kabul edeceğim sonucu ve boşuna mutsuzluğun sorumluluğunu almayacağım üzerime.

Nereden geldim bu konuya bilmiyorum, köfteyle pilavdan gelmediğim kesin. Sanırım havalar ısındıkça yaz planları kafamı kurcalamaya başladı için için. Aslında her ne olacaksa eminim çok keyifli olacak, alternatiflerin hepsi de çok güzel, bir de seçim yapmak olmasa.

March 30, 2010

Dalgınlık

Cumartesi gününden beri ilk kez bugün evden çıktım, tam üç gün evden dışarı adımımı atmamışım. En fazla apartmanın girişindeki posta kutularının oraya indim, Amazon paketimi almaya. Evde zaman nasıl geçiyor anlamıyorum. Yapacaklarım hiç bitmiyor. Hem çok şaşırtıcı geliyor bu durum, hem de çok normal. Her zaman da bu kadar uzun sürmüyor kesintisiz evde geçirdiğim zaman. Her gün mutlaka dışarı çıkıyorum,  yogaya ya da parka gidiyorum, işim yoksa bile mahallede bir tur atıyorum ama son günlerde hava çok fena. Dışarı çıkılacak gibi değil, üç gündür yağmur durmuyor, güneş de hiç yüzünü göstermiyor. Gri günler, tam ev günleri.

Gri günlerin birinde baş ağrım sonunda geçti. Üç gündür yediğime iyice bir dikkat ediyordum ve baş ağrısı için yemek günlüğü tutuyordum. Bugün dışarı çıkınca önce okuldan bir arkadaşımla buluştum, bir kafede oturup çay içtik, yanında da kurabiye yedik. Sonra Serol'la ve başka arkadaşlarla buluşup yemeğe gittik, bir İtalyan lokantasına. Orada da deniz mahsullu makarna yedim, sonra uzun uzun oturduk masada, muhabbet ettik ve ancak yemek bittikten sonra glutensiz diyetinde olduğumu, buğdaylı hiç bir şey yemediğimi hatırladım. Bir kurabiye, sarmısaklı ekmekler ve koca bir tabak makarnayı bitirdikten sonra. Evden dışarı çıkınca birdenbire başka birisi olduğumu sandım herhalde. Şimdi midem davul gibi şiş. Yediklerimden mi yoksa psikolojik mi bilmiyorum ama her ne sebeptense  hiç memnun değilim bu durumdan. Şimdi yatmaya gidiyorum, yarın glutensiz hayata devam.

March 29, 2010

Okuyorum Ö, Okuyorum Mö


Biraz önce Amazon'dan ısmarladığım yeni kitaplarım geldi. Tam karşımda, sehpanın üzerinde üstüste duruyorlar. Dört tane, gıcır gıcır. Benim günlük işlerimi bitirip hepsini şöyle bir karıştırmamı ve ilk hangisini okuyacağıma karar vermemi bekliyorlar. Seçilen şanslı kitap ortada kalacak, diğerleri kitaplıktaki yerlerini alacaklar. Kimbilir ne kadar bekleyecekler sıra onlara gelene kadar. Rekabet seviyesi çok yüksek, onlardan çok daha önce sıraya girmiş kitaplar var hala beleyen, büyük ihtimalle de bir süre sonra yenileri katılacak aralarına. Peki madem sırada bekleyen o kadar kitap var neden hala yenilerini ısmarlıyorum?

Kitap almak bir gereklilik mi yoksa bağımlılık mı bazen emin olamıyorum. Kitap okumanın iyi bir alışkanlık olduğuyla ilgili bir şüphem yok, bana çok keyif verdiğini de biliyorum yine de bazı kitapları sadece sahip olma isteğinden aldığımı düşünüyorum.

Amazon'un sitesinde oradan oraya savrulduğum ve savruldukça daha çok kitabı sepete attığım ve bir türlü hangilerini alacağımı bilemediğim günlerin birinde kendime aylık bir limit belirlemeye karar verdim. Ayda bir defaya mahsus olmak üzere $50'lık kitap alışverişini uygun buldum. Böylece alamadığım kitaplar için çok üzülmeyecek, aldıklarımla avunup bir sonraki ayı bekleyecektim. Bu uygulamaya başlayalı neredeyse bir sene oluyor. Psikolojik olarak çok rahatlatıcı, Amazon'la ilişkim düzene girdi, Şimdi keyifle dolanıyorum sanal raflar arasında.

Ama yine de sorgulamadan edemiyorum bazen. Son zamanlarda sepetimi ve raflarımı dolduran kitaplar genelde beslenme, sağlık, yemek konularına yönelik. Çoğunlukla da okulda işlenen konulara göre değişiyor ilgi alanım aydan aya. Ismarladığım bütün kitapaları bir ay içinde bitiremiyorum. Genel olarak romandan daha uzun sürüyor okumak. Dediğim gibi kitaplıkta sıraya giriyorlar, bu durumda onları bitirene kadar yeni kitap almayayım diyorum ama bu sefer de 'wish list'te sıra kalabalıklaşıyor. Kütüphanemin büyümesinden için için zevk alıyorum ama sonra çok toz tutuyorlar, evde çok yer kaplıyor, taşınırken de çok yer kaplıyorlar, uzun mesafe taşınmak istesen çok pahalıya geliyorlar vs vs... Türkiye'deki kitaplarımı eleyip bir kısmından ayrılmayı ancak bu yaz sonu becerebildim, kalan kısmı ise hala annemin evinde duruyor. Ben bir daha ne zaman Türkiye'de yaşayacağımı bile bilmiyorum, buraya getirmek de çok pahalı, hem burada o kadar yerim de yok. Kaderlerine boyun eğmiş, öylece duruyorlar annemin salonunda.

Amazon, Kindle diye nefis bir ürün çıkardı, sanırım başka markaların da var benzer ürünleri. Bir nevi elektronik kütüphane. Bütün kütüphaneyi iphone'dan hallice bir tabletin içine sığdırabiliyorsun, kitapları daha ucuz, aldığın anda eline ulaşıyor, toz tutmuyor, yer kaplamıyor, seyahat ederken yanıma hangi kitapları alacağım derdine son veriyor, ayrıca internete de bağlanıyor. Metroda gittikçe daha çok insanın elinde görüyorum ve fikir hoşuma gidiyor. Ben yanıma alacağım kitabı o günkü çantamın boyuna göre seçerken, Kindle'ı olanların hiç öyle bir dertleri yok. Henüz ilgi alanımdaki bütün kitapların Kindle versiyonları çıkmadığı için çok acele etmiyorum ama çok kısa bir süre içinde bütün kitapları elektronik olarak çıkaracaklarından eminim. Peki aynı şey olacak mı? Kitaplar bilgisayarın içinde bir dosya haline geldikleri zaman da bu kadar keyif verecek mi acaba kitap satın almak? Yoksa her birinin farklı kapak tasarımı, boyutlarındaki ufak farklar, sayfaların okurkenki hissi, parmağın ucunu hafifçe yalayıp sayfayı öyle çevirmek, kitapların kütüphanedeki dizilişleri de ayrı birer keyif mi veriyor kitap sahibine?

Bekleyip göreceğiz.

March 28, 2010

Mart Kapıdan Baktırır


Mart ayından beklentilerimiz çok yüksek olduğu için mi acaba soğuk daha bir çekilmez oluyor mart ayında? Yağmur daha fazla hayal kırıklığı yaratıyor, şapka takmak bir yenilgi hissi uyandırıyor.

Bir yılda dört mevsim var diye yılı dörde bölüp her mevsime eşit süre vermek zorunda değiliz. Kabul edelim artık bahar aylarının yaz ve kış aylarına göre daha kısa sürdüğünü. Martın 21'inde ekinoks oluyor diye mart bahardan sayılmasın. Mart kışa dahil olsun, ilkbahar nisandan başlasın ve iki ay sürsün. Herkes rahat etsin, mart kapıdan baktırmasın, herkes bahar geldi diye heyecanlanıp sonra hayal kırıklığı yaşamasın.

Dün sabah Esin'lerde kahvaltıya davetliydik, kahvaltıdan sonra da parkın diğer tarafında cumartesi günleri kurulan farmers' market'a gitme programı yaptık. Hem hava pırıl pırıl güneşli, parkın içinden yürürüz, nefis yeni sebzeler çıkmıştır taze taze, bol bol sebze meyve alışverişi alışveriş yaparız diye sırt çantasının içine bez pazar çantalarından sıkıştırp Esin'lerin evine doğru yola koyulduk. Yürüyerek 20-25 dakikalık bir mesafe var evlerimizin arasında. O 25 dakika içinde kelimenin tam anlamıyla donduk . Hem de benim kafamda yeni kadın pilot şapkam, elimde de eldivenlerim olduğu halde. Hani bahar gelmişti? Pencereden bakınca hava 25ºC gibi görünüyordu. Demek ki neymiş, güneşe aldanmamak lazımmış.

Kahvaltı nefisti, yine mide sınırlarımı zorlayana kadar yedim, yine de aklım kaldı yiyemediklerimde. Bütün hafta yediğime içtiğime dikkat ettikten sonra haftada bir gün Esin'lere gidiyorum ve bütün terbiyem bozuluyor. Çocukken de kendi evimizde yemediğim yemekleri misafirlikte yerdim, annem hayretler içinde kalırdı duyduğu zaman. Durum aynı o durum.

Daha fazla yiyemeyeceğimize ikna olduktan ve bir süre yediklerimizi hazmetmek için koltuklara yayıldıktan sonra güneş hala tepedeyken pazara gitmek için yola koyulduk. Taşındığımızdan beri cumertesi günleri parkın diğer köşesinde kurulan farmers' market'a gitmeye heves ediyordum ama bir türlü becerememiştim. Farmers' market bir nevi mahalle pazarı. Bizim pazarlar kadar büyük değil ve o kadar çok çeşitli ürün de yok, yani taklit çanta veya ihraç fazlası marka giysi bulunmuyor ama haftada bir gün kuruluyor ve genelde yerel çiftliklerden gelen taze, mevsimlik ve çoğunlukla organik ürünler oluyor, sebze, meyve dışında da yine yakın çevreden taze peynir, bahçe meyvelerinden şekersiz reçel, turşu, çiçek arada doğal cilt bakım ürünleri bulmak mümkün. Pazar yerine vardığımızda ortalık neredeyse bomboştu, toplasan 10-15 tezgah vardı ve bunlardan sadece iki tanesinde taze sebze meyve vardı. Birinde beş altı çeşit elma, diğerindeyse patates, soğan, lahana, bir tezgah reçel, gerisi de peynir, çiçek ve evde yetiştirmelik nane, maydonoz, dereotu satıyordu. Acaba çok mu geç kaldık, bütün tezgahlar toplandı mı diye saatlerimize baktık ama daha saat erkendi.

Anladık ki New York'a daha bahar gelmemiş. Kış sebzeleri azalmış, bahar sebzeleri daha çıkmamış. Biraz elmayla bir kavonoz şeker katkısız ev yapımı reçel alıp parkın içinden hızlı adımlarla sıcak evimize doğru yola koyulduk.

Hep derim; 'insanın evi gibisi yok!'

March 26, 2010

Baş Ağrısı

Kendimi bildim bileli baş ağrısı çekerim. Baş ağrısıyla ilgili ilk anılarım ilkokul öncesi yıllarımdan. Çok net hatırlaması zor. Herhalde beş ya da altı yaşındaydım,  daha TRT tek kanaldı, babaannemle dedemin evinde ailecek artistik patinaj seyrediyorduk, bir yandan da çekirdek çitliyorduk. Anının burası biraz tutarsız çünkü biz hep beraber çekirdek çitleyen bir aile değildik, hatta babam çekirdeğin sesinden hiç hoşlanmadığı için bizim eve çekirdek çitlenmesi yasaktı. Ama dedim ya babaannemdeydik ve kuruyemişçiden alınmış, üstü tuzla kaplı çekirdeklerden vardı, ne kadar yediğimi hatırlamıyorum ama daha artistik patinaj bitmeden başımın ağrımaya başladığını hatırlıyorum.  O zamanlar bu kadar tanıdık bir his değildi baş ağrısı, şaşırtıyordu beni her ziyaretinde. Hayatım boyunca çekeceğim bir dert olduğunu bilmiyordum. Sonra sabaha kadar kusmuştum. Çocukken genelde kusmadan geçmezdi baş ağrım.

Annem başıma soğuk ıslak bir havlu koyardı, bazen de havlunun içine birkaç parça buz. Havluyu alnıma ve gözlerime  gelecek şekilde yerleştirirdim ki içeri hiç ışık sızmasın. Buzlar kafamı dondursun ağrı da donup kalsın öylece. Kalbimin normalden daha hızlı çarptığını hatırlıyorum başım ağrıdığında. İlaç da işe yaramıyordu o zamanlar çünkü hepsini kusuyordum.

Yıllar içinde baş ağrım çok şekil değiştirdi, büyüdükçe çocukluğumun kusturan ağrıları azaldı, daha hafif ama günlerce devam eden ağrılar geldi, sonra tek taraflılar, göz çukurlarımı yumruk yemişim gibi acıtanlar, çift taraflılar, damarlarımı zonklatanlar, sivilce çıkartanlar. Çok şekil değiştirdiler ama hiç bir zaman tamamen gitmediler.

Ben büyüdükçe baş ağrısının hayatımın bir parçası olduğunu kabul ettim ve baş ağrısıyla yaşayabilmek için çeşitli yöntemler geliştirdim. Yakın zamana kadar bu yöntemler çantamda her zaman ağrı kesici taşımak ve ağrı ucundan kendini gösterdiği anda ilaç alıp eğer mümkünse kendimi karanlık, sessiz bir odaya kapatıp, kendimi dünyadan soyutlamakla sınırlı kaldı. Piyasada satılan bütün ağrı kesicileri denedim, Türkiye'dekileri bitirdiğime inanınca yurtdışından ısmarlamaya başladım. Doktora da gittim tabi, doktor 'tipik migren vakası' dedi, bir reçete yazdı, 'her gün bu ilaçlardan alırsan başın ağrımaz' dedi. Hergün ilaç alırsam tabi başım ağrımaz ama ben başımın neden ağrıdığını öğrenmek için gitmiştim doktora, her gün ilaç almamak için gitmiştim. O reçetede yazan ilaçları hiç almadım ve ilk kez o zaman baş ağrımın esas sebebini bulmaya karar verdim. Herkeste migreni tetikleyen sebeplerin farklı olabildiğini öğrendim ve kendiminkileri araştırmaya başladım.

Zaman içinde bende baş ağrısıyla sonuçlanan bazı durumları buldum ve baş ağrılarımın sıklığı eskiye göre çok çok azaldı. En belirgin olanları sigara dumanı, alkol, stres, kafein, floresan aydınlatma, uzun süre bilgisayar ekranına bakmak, açlık, dehidrasyon, gürültülü ortamlar, yorgunluk. Bunları keşfetmek çok zor oldu diyemem, zaten google'a migren yazınca sebep olarak bunları gösteren sayfalarca sonuç çıkıyor. Ve biraz kendi hayatıma bakınca bunların bana hiç iyi gelmediğini görüyorum. Bu tetikleyicilerin hepsinden elimden geldiğince uzak durmaya çalışıyorum, her zaman başarılı olamıyorum, o zamanlarda da en azından başımın neden ağrıdığını biliyorum.

Üç gündür başım ağrıyor ve neden olduğu hakkında hiç bir fikrim yok. Yediğime, içtiğime dikkat ediyorum, bildiğim migren tetikleyicilerinin hepsinden uzak duruyorum ve hala başım ağrımaya devam ediyor. İlaç almak istemiyorum ama almazsam hayat çok çekilmez oluyor. Bundan sonraki planım çok düzenli bir yemek günlüğü tutup yediklerimden birinin migrene sebep olup olmadığını bulmak. Daha önce de yemek günlüğü tuttuğum dönemler oldu ama bir süre sonra sıkılıp bıraktım hep ve tuttuğum dönemde de başım ağrımadıysa eğer bir yere varamadım. Bu sefer çok kararlıyım. Baş ağrısından tamamen kurtulacağım.

Hadi bakalım!

March 25, 2010

Sıcak Su



Yaklaşık iki haftadır gün boyunca sıcak su yudumluyorum.

Okulda, ayurveda konusunda konuşan Dr. John Douillard konuşmasında gün boyunca sade sıcak su içmeyi öneriyordu. Diyordu ki 'sıcak su lenf sistemini harekete geçirir ve bağışıklık sistemini kuvvetlendirir. Ayurvedaya göre lenf sistemi bütün sistemlerin başı. Bir nevi herşey ondan kaynaklanıyor. Lenf sistemi sağlıklı çalışmazsa vücuttaki diğer sistemlerin de çalışmasını kötü yönde etkiliyor. Yorgunluk, stres, eklemlerde şişkinlik, regl öncesi balon gibi olan ve hassaslaşan memeler, dolaşan eklem ağrısı, problemli bağırsak aktivitesi, bel bölgesinde biriken yağlar, selülit ve daha bir çok şekilde çıkabiliyor karşımıza kötü işleyen lenf sistemi.' Ve çok basit bir detoks yöntemi öneriyor Dr. Douillard lenf sistemini harekete geçirmek ve sağlıklı çalışmasına yardımcı olmak için. 'Sabah uyandığınız andan itibaren gün boyunca on dakikada bir, bir yudum sıcak su için' diyor. 'Buna iki hafta boyunca devam edin, zaten sonra bırakamayacaksınız' da diyor.

Başta sıcak su içme fikri gerçekten çok kötü geliyor. İçine biraz limon mu damlatsam, azıcık papatya serpsem, birkaç top yasemin çayı düşürsem gibi fikirler dolanmaya başlıyor hemen insanın aklında. Ama Dr. Douillard bu cin fikirlerle defalarca karşılaşmış olacak ki daha ben kafamdaki düşünceyi bitirmeden bunların hiçbirini yapmamamızı tekrar tekrar vurguluyor, diyor ki 'eğer suya limon damlatırsanız vücudunuzun önce limonu sindirmesi gerekecek, çay koyarsanız kafeinle boğuşacak halbuki bunların hiçbirini değil sadece sıcak suyun yaratacağı etkiyi görmek istiyorsunuz'.

Peki doktor!

Ben söz dinlerim. Önce bir süre boyunca sadece sabah kalktığımda bir bardak sıcak su içmeyi başardım, sonra bir baktım ki gün boyunca içtiğim diğer çayları içmeyi toptan kesmişim, yaklaşık iki haftadır gün boyunca sıcak su yudumluyorum. Günde en az 5-6 bardak içiyorumdur, belki daha fazla. Bazen yarısını içiyorum bardağın, kalanı soğuyor, tekrar sıcak su ekliyorum içine, yani hesap biraz karışıyor. Arada bir de bir fincan Türk kahvesi içiyoruz Serol'la karşılıklı ama olur o kadarcık 'x' (türkçesi iks).

Yıllar önce Defne ile kendimizi çok şişman sandığımız için gittiğimiz bir diyetisyen vardı, bize her hafta kibrit kutusu beyaz peynirle başlayan rejim listeleri verirdi, arada sırada da bir 'x' hakkımız olurdu. 'X' bazen bir top dondurma, bazen fazladan bir meyve, bazen de bir bardak votka portakal falan gibi şeyler olabiliyordu sanırım. O küçücük 'x' sonlara doğru nasıl bir evrim geçirmişti anlatamam ve sanırım yaptığım son listeli rejim de o olmuştur. Bütün haftayı aç ve yemek düşünerek geçirdikten sonra yine de 250gr aldım diye doktorun odasından hıçkıra hıçkıra ağlayarak çıktığımı dün gibi hatırlarım. O doktor bize neden 'çocuklar daha 17 yaşındasınız ve kilonuz da gayet normal' dememişti bilmiyorum. Belki de kendi başımıza çok daha beter besleneceğimizi anlamıştı. Haksız da değilmiş aslında. Bütün gün bir calve çabuk çorba ve yarım paket Eti Form yediğimiz günler de vardı çünkü. Ayyy, tüylerim ürperdi.

Neyse, yazmaya başladıktan sonra farkettim ki aslında iki haftalık su terapimin sonuçlarını henüz bilmiyorum. Kendimi iyi hissediyorum, bağırsaklarım kesinlikle daha düzenli çalışıyor, demin aynaya gidip selülitim var mı diye baktım ama tam anlayamadım. Serol'a sordum, 'yok' dedi ama bu sanırım pek bilimsel bir yaklaşım sayılmaz. Yine de bir değişiklik farkedersem yazarım hemen.

Hayatımızda yaptığımız çoğu değişikliğin sonuçlarını görmek için biraz sabırlı olmak gerekiyor. Değişim zaman alıyor ya da biz gözle görülür bir değişiklik olmayınca yaptıklarımız işe yaramadı sanıyoruz. Sadece sağlıklı olmak yetmiyor, Süpermen olmak istiyoruz, ki ben geçenlerde rüyamda Süpermendim, çok zevkliydi, balinaları kurtardım okyanusta.

Siz de Süpermen olmak istiyorsanız hemen başlayın sıcak su yudumlamaya.

March 24, 2010

Amerika'da Çamaşır Derdi

Serol çamaşırları beklerken....


Amerika'da standart bir kiralık evde çamaşır makinesi olmaması ve bu acayip durumun da herkes tarafından gayet normal karşılanması akıl alır gibi değil. Yaşadığınız binanın bodrum katında ortak çamaşır odası varsa şanslı sayılıyorsunuz. Diyeceksiniz ki 'Bu durumda bir acaiplik yok, zaten Türkiye'de de satandart bir kiralık evde çamaşır makinesi yoktur.' Fark şurada ortaya çıkıyor; burada kendi paranızla gidip bir çamaşır makinesi alsaniz da evinize koymanıza izin vermiyorlar. Evet, vermiyorlar. Yasak! 'Çok su harcıyor, haksızlık oluyor!'

Bir çamaşır makinesi bile koyamadığımız eve dünyanın kirasını veriyoruz, bize haksızlık olmuyor mu?

O zaman ne oluyor? Çamaşırhaneli binalardan birinde oturan şanslı kullardan değilseniz çamaşırlarınızı bir güzel biriktirip mahalledeki bir çamaşırhanenin yolunu tutuyorsunuz. Biraz da geciktirmişseniz bu işi, hatta artık dolapta giyecek birşey bulamayacak kadar geciktirmişseniz, bugün bizim yaptığımız gibi altı makineyi ağzına kadar dolduruyorsunuz (sayıyla 6). Hem de 'double load' dediklerinden. Yıka, bekle, kurutmaya at, bekle, katla, paketle, eve dön derken 2 saat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Şimdi o dağ gibi temiz çamaşır evdeki yerlerine yerleştirilmek için beni bekliyorlar.

Bir de 'wash and fold' opsiyonu var çamaşırhanelerin. Güzel bir hizmet aslında. Kirlilerini torbayla teslim ediyorsun görevli kişiye, önce tartıyor, sonra kilo başına (aslında pound ama kafa karışıklığı olmasın diye ben kilo diyorum ona) belirlenmiş ücretle çarpıyor, sana kaç para çdeyeceğini hemen oracıkta söylüyor, bir şaşırıyorsun once, biraz yüksek geliyor ama sonra kabul ediyorsun hemen ve birkaç saat sonra da yıkanmış ve katlanmış olarak teslim alıyorsun çamaşırlarını. Fikir güzel, güzel olmasına ama ne deterjanla yıkanıyor, katlayan insanın elleri ne kadar temiz, donlar yere düşüyor mu yanlışlıkla gibi detayların üzerine fazla düşünmemek ve kirlileri teslim etmeden torbanın içinde hassas bir durum var mı diye dikkatlice bakmak gerekiyor. Yetişkin boyu kaşmir kazak kurutma makinesinden çocuk kazağı olarak çıkabiliyor çünkü. Oluyor böyle şeyler, ya da orijinal boyunda fakat başka bir yetişkinin torbasından çıkıyor, siz de payınıza düşen yüksek belli, beyaz, pamuklu donla idare ediyorsunuz. Kısmet işi hep bunlar.

En güzel çamaşır temiz çamaşır.

İyi geceler!

March 23, 2010

Nefis Bir Gün

Bazı şeyleri hayata geçirebilmek için buraya yazmam gerekiyormuş.

Bu sabah yataktan kalkar kalkmaz kendimi yoga matının üstünde buldum. Odada artık gerçekten kıpırdayacak yer kalmadı, matı yere serebilmek için yerde birikmiş çamaşır yığınlarını biraz kenara çekmem gerekti, öne eğilmelerden doğrulurken de iki kere kafamı başucu lambasına vurdum ama yine de çok iyi geldi sabah yoga yapmak.

Sonra akşamüstü bir güç geldi ve bir de üstüne evi temizledim. Çok detaya giremedim çünkü 6:15'deki power yoga dersine gidecektim ve temizlik yapmaya karar verdiğimde saat çoktan 4:30 olmuştu ama olsundu. Yerler süpürüldü ve silindi, toz yığınları, yemek kırıntıları gitti.

Sonra yogaya gidildi, markete uğrayıp alışveriş yapıldı, eve gelip soğan çorbası pişirildi. Sevgili gelince birlikte yemek yendi, hatta biraz fazla yendi sanırım, soğan çorbası çok güzel olmuş zira.

Temizlikten önce ders bile çalışıldı ve şimdi de Lost seyredilip erkenden yatağa gidilecek. Buraya yazılınca oluyorsa eğer yarınla ilgili planlarımdan bahsetmek isterim.

Evde çamaşır makinesi olmaması zaten zor bir durumken binada bile olmaması çamaşırı imkansız hale getiriyor... Ama şimdi Lost bekler, çamaşır konusuna sonra gireceğim.

Size saçlarımın kıvırcık halini anlatmış mıydım?

March 22, 2010

Kafamdaki Tilkiler

Biraz önce yogadan döndüm eve. Amerika'ya taşındığımdan beri bir türlü kendi başıma yoga yapma pratiğini oturtamadım. Bu konuya zaman zaman kafam takılıyor, özellikle de çeşitli sebeplerden yoga yapmadığım zamalarda. Sonra tekrar düzenli olarak bir stüyoya gitmeye başlayınca da unutuyorum. Şimdi bu iki durumun arasında başka bir yerlerdeyim.

Halbuki ne kadar da çok severim self practice yapmayı. Çoğu dersten daha fazla severim. Ama tembelliğim tutuyor sanırım ve hep bahaneler üretirken buluyorum kendimi, son birbuçuk senedir. En büyük bahanem 'yerim yok'. İstiyorum ki sadece yogaya ait bir odam olsun, ya da uçsuz bucaksız açık alanım veya sabahları erkenden gidip çalışabileceğim sessiz sakin bir stüdyo. Burada bunların hiçbirisi yok ama yatağımın yanında sabah uyanıp matımı serebileceğim kadar bir boşluk var. Kollarımı iki yana bile açabilirim hiç bir şeye çarpmadan. Zihnim hemen devreye giriyor 'peki ya gözüme çarpanlar?' Yatakta horul horul uyuyan bir koca, henüz açılmamış koliler, koyacak yer olmadığı için ortalıkta duran bavullar, gece aceleyle sağa sola atılmış giysiler... 'Bunlar bana engel olmamalı' diyorum, 'çevremde her zaman dikkatimi dağıtacak etkenler olacak, önemli olan benim kendi içime dönebilmem, dış etkenleri değiştirmeden zihnimi sakinleştirebimem'. Ne kadar dil dökersem dökeyim kendimi ikna edemiyorum, sabahları sıcacık yataktan kalkıp yoga yapamıyorum, zaten kalktığım saatte de Serol da kalkıyor ve sabah muhabbeti, kahvaltı falan derken yoga yalan oluyor. Yani daha erken kalkmam lazım.

Bu düşünceler oturduğumuz şehre ve eve göre ufak tefek değişikliklere uğrasalar da genel olarak bu çerçevede bir yıldan uzun süredir benimle birlikteler. Şansa bakın ki Brooklyn'deki yeni evimizin karşı köşesinde küçük bir yoga stüdyosu var. Sabah iki, akşam iki olmak üzere günde toplam dört ders oluyor, bazen beş, bazı günler o kadar bile değil. Ben de çok meşgul sayılmadığımdan genelde en azından bir tanesi uyuyor bu derslerin bana ve haftada en az 3-4 kere gidiyorum stüdyoya. Ama dertlerim bitmiyor bir türlü; şimdi de bu güne kadar hep iyi ve tecrübeli hocalarla çalıştıktan sonra mahalle stüdyomuzun genç ve tecrübesiz hocalarına burun kıvırırken yakalıyorum kendimi. Aslında hiç birisi de kötü hocalar değil ve çoğunlukla zihnimdeki rezistansı yumuşatmayı başarabilirsem çok da keyif alıyorum derslerinden fakat ders boyunca karşımda ders anlatan hocayı yargılamaktan veya hocayı yargılayan kendimi yargılamaktan yoruluyorum. Bütün bu yargılardan arınmaya çalışmak çaturangalardan daha fazla enerjimi alıyor.

Zihnim hep sorularla dolu:

'Ben ders veremediğim için mi yargılıyorum bu insanları, yani bir çeşit kıskançlık tepkisi mi bu hissettiklerim yoksa gerçekten kötü mü ders veriyorlar?'. (Kötü ders diye bir şey var mı ki?)

'Acaba nasıl self practice yapabilirim? Yarın sabah kesin kalkacağım. Parka gitsem?' (Dışarıda sular seller gibi yağmur yağıyor bu arada)

'Stüdyonun sahibiyle konuşsam sabahları self parctice saati koysak'. (Derslere bile beş kişi geliyor minik stüdyomuzda, sabah kim gelecek self practice'e.)

'Sabah evde yaparım kendi yogamı, akşamüstü de derse gelirim, bana da sosyalleşme oluyor bir yerde stüdyoya gelmek. (Üff, kalkamıyorum ki.)

Aaa, ışıklar kısılıyor ve şavasanaya hazırlanıyoruz, ders bitmis bile . İyi oldu bugün de yogaya geldiğim, çok rahatladım.

Namaste.

March 21, 2010

Evi B.k Götürüyor

Türkiye'de yaşarken ne kadar alışmışız evlerimizi başkalarının temizlemesine. O kadar normal olmuş ki bu durum aslında ne kadar büyük bir lüks olduğunu unutuvermişiz. Söz veriyorum bir daha evimi başkasının temizlemesi lüksüne sahip olursam hiç unutmayacağım ne kadar şanslı olduğumu.

Amerika'ya geldiğimden beri evimizi kendimiz temizliyoruz. Mecburen. Öbür türlüsü hem çok pahaıya geliyor, hem de bizim yaptığımızdan daha temiz olmuyor ev. Camların silinmesini, yemek yapılmasını falan zaten baştan unutmak lazım. Fazla detaya, köşeye, bucağa girilmesini de hiç ummamakta fayda var. Jaluzilerin tozunun alınmasını istersen 'I don't like it' cevabıyla karşılaşabiliyorsun. Benim başıma geldiğinden değil, başkalarının yalancısıyım.

Biz normalde iki haftada bir evi kendimiz temizliyoruz. Aslında iki kişi girişince eve, iki saatte tertemiz oluyor her yer. Ama eğer iki haftayı biraz geçirirsek birden işin rengi de değişiyor. Her zaman öyle olmuyor ama olunca da o günden nasıl kaçmak istediğimi anlatamam. Bir başladıktan sonra problem yok, bir şekilde bitiyor ama başlayana kadar bu konuyu unutturmak ve geçiştirmek için elimden geleni yapıyorum. Tabi gün geçtikçe daha da zorlaşıyor temizlik.

Sonuç?

Sonuç ortada, köşelerde biriken toz öbekleri, mutfağın yerinde kurumuş sebze parçaları, banyonun yerinde biriken saçlar... Yazarken bile içim fena oldu. Anlayacağınız bugünlerde yine öyle bir aşamaya geldik. Her güne 'bugün bu ev temizlenecek' diye başlıyorum, sonra nasıl oluyorsa daha önemli işler giriyor araya. Ama artık bu son.

Bugün temizlenecek bu ev!

March 20, 2010

Home Sweet Home



Her gün yazmaya karar vermiştim yine aylar geçmiş hiç fark etmeden. Kaldığım yerden devam edeyim.

Çok sistematik ve yoğun bir ev arama döneminden sonra ocak ayının başında tam istediğimiz gibi bir ev bulduk ve şubat ayının başında da taşındık.
Brooklyn'de baktığımız evlerin çoğunun ortak özelliği oturma mekanlarının karanlık olmasıydı. Hatta çoğunlukla pencereleri bile yoktu. O yüzden de istediğimiz fiyat aralığında, güzel bir mahallede, hem de aydınlık ve temiz bir ev bulana kadar yaklaşık 30-35 kiralık daire gördük.
Önce çok geniş bir alanda bakarak başladık, birkaç gün içinde çemberi daralttık ve en sonunda sadece Park Slope çevresinde küçük bir çemberle sınırladık alanımızı. Prospect Park'ın güney kenarındaki Windsor Terrace'daki, şu anda oturdugumuz evi görünce de aramayı bıraktık. (Tam olarak öyle olmadı tabi. Evi çok beğendik ama ya daha güzel bir yer bulursak diye önce birkaç gün kıvrandık, sonra ev sahibini arayıp evi çok beğendiğimizi ama biraz daha bakmak istediğimizi, evle ilgilenen birileri olursa nooooolur bize haber vermesini rica ettik. Sonra ev bakmaya devam ettik, gördüğümüz hiç bir evi buradan daha fazla beğenmediğimizi anlayınca daha fazla bakmamaya karar verip evi tutmak istediğimizi söyledik.) Sonra bir süre ev sahibimiz bizi beğenip beğenmediğine, evine layık olup olmadığımıza karar vermeye çalıştı, bütün kağıtlarımızı, kayıtlarımızı ve banka hesaplarımızı inceledikten sonra bizden zarar gelmeyeceğine ikna oldu.

Herneyse, eve taşınalı tam birbuçuk ay oldu. Hala bir iki eksiğimiz var ama her gün burayı bulduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu en azından bir kere geçiriyorum içimden. Ev tertemiz, bakımlı, bütün odaları güneye bakıyor ve banyo dahil her odada pencere var, dolayısıyla apaydınlık, dördüncü katta ve çevremizde bizden daha yüksek bina yok, dolayısıyla jaluzileri sadece canımız istediği zaman kapatıyoruz. Binanın tam karşısında market, bir sonraki köşede küçük bir yoga stüdyosu ve sokağın ucunda da Prospect Park var.

Daha ne ister insan bir evden!