March 30, 2010

Dalgınlık

Cumartesi gününden beri ilk kez bugün evden çıktım, tam üç gün evden dışarı adımımı atmamışım. En fazla apartmanın girişindeki posta kutularının oraya indim, Amazon paketimi almaya. Evde zaman nasıl geçiyor anlamıyorum. Yapacaklarım hiç bitmiyor. Hem çok şaşırtıcı geliyor bu durum, hem de çok normal. Her zaman da bu kadar uzun sürmüyor kesintisiz evde geçirdiğim zaman. Her gün mutlaka dışarı çıkıyorum,  yogaya ya da parka gidiyorum, işim yoksa bile mahallede bir tur atıyorum ama son günlerde hava çok fena. Dışarı çıkılacak gibi değil, üç gündür yağmur durmuyor, güneş de hiç yüzünü göstermiyor. Gri günler, tam ev günleri.

Gri günlerin birinde baş ağrım sonunda geçti. Üç gündür yediğime iyice bir dikkat ediyordum ve baş ağrısı için yemek günlüğü tutuyordum. Bugün dışarı çıkınca önce okuldan bir arkadaşımla buluştum, bir kafede oturup çay içtik, yanında da kurabiye yedik. Sonra Serol'la ve başka arkadaşlarla buluşup yemeğe gittik, bir İtalyan lokantasına. Orada da deniz mahsullu makarna yedim, sonra uzun uzun oturduk masada, muhabbet ettik ve ancak yemek bittikten sonra glutensiz diyetinde olduğumu, buğdaylı hiç bir şey yemediğimi hatırladım. Bir kurabiye, sarmısaklı ekmekler ve koca bir tabak makarnayı bitirdikten sonra. Evden dışarı çıkınca birdenbire başka birisi olduğumu sandım herhalde. Şimdi midem davul gibi şiş. Yediklerimden mi yoksa psikolojik mi bilmiyorum ama her ne sebeptense  hiç memnun değilim bu durumdan. Şimdi yatmaya gidiyorum, yarın glutensiz hayata devam.

March 29, 2010

Okuyorum Ö, Okuyorum Mö


Biraz önce Amazon'dan ısmarladığım yeni kitaplarım geldi. Tam karşımda, sehpanın üzerinde üstüste duruyorlar. Dört tane, gıcır gıcır. Benim günlük işlerimi bitirip hepsini şöyle bir karıştırmamı ve ilk hangisini okuyacağıma karar vermemi bekliyorlar. Seçilen şanslı kitap ortada kalacak, diğerleri kitaplıktaki yerlerini alacaklar. Kimbilir ne kadar bekleyecekler sıra onlara gelene kadar. Rekabet seviyesi çok yüksek, onlardan çok daha önce sıraya girmiş kitaplar var hala beleyen, büyük ihtimalle de bir süre sonra yenileri katılacak aralarına. Peki madem sırada bekleyen o kadar kitap var neden hala yenilerini ısmarlıyorum?

Kitap almak bir gereklilik mi yoksa bağımlılık mı bazen emin olamıyorum. Kitap okumanın iyi bir alışkanlık olduğuyla ilgili bir şüphem yok, bana çok keyif verdiğini de biliyorum yine de bazı kitapları sadece sahip olma isteğinden aldığımı düşünüyorum.

Amazon'un sitesinde oradan oraya savrulduğum ve savruldukça daha çok kitabı sepete attığım ve bir türlü hangilerini alacağımı bilemediğim günlerin birinde kendime aylık bir limit belirlemeye karar verdim. Ayda bir defaya mahsus olmak üzere $50'lık kitap alışverişini uygun buldum. Böylece alamadığım kitaplar için çok üzülmeyecek, aldıklarımla avunup bir sonraki ayı bekleyecektim. Bu uygulamaya başlayalı neredeyse bir sene oluyor. Psikolojik olarak çok rahatlatıcı, Amazon'la ilişkim düzene girdi, Şimdi keyifle dolanıyorum sanal raflar arasında.

Ama yine de sorgulamadan edemiyorum bazen. Son zamanlarda sepetimi ve raflarımı dolduran kitaplar genelde beslenme, sağlık, yemek konularına yönelik. Çoğunlukla da okulda işlenen konulara göre değişiyor ilgi alanım aydan aya. Ismarladığım bütün kitapaları bir ay içinde bitiremiyorum. Genel olarak romandan daha uzun sürüyor okumak. Dediğim gibi kitaplıkta sıraya giriyorlar, bu durumda onları bitirene kadar yeni kitap almayayım diyorum ama bu sefer de 'wish list'te sıra kalabalıklaşıyor. Kütüphanemin büyümesinden için için zevk alıyorum ama sonra çok toz tutuyorlar, evde çok yer kaplıyor, taşınırken de çok yer kaplıyorlar, uzun mesafe taşınmak istesen çok pahalıya geliyorlar vs vs... Türkiye'deki kitaplarımı eleyip bir kısmından ayrılmayı ancak bu yaz sonu becerebildim, kalan kısmı ise hala annemin evinde duruyor. Ben bir daha ne zaman Türkiye'de yaşayacağımı bile bilmiyorum, buraya getirmek de çok pahalı, hem burada o kadar yerim de yok. Kaderlerine boyun eğmiş, öylece duruyorlar annemin salonunda.

Amazon, Kindle diye nefis bir ürün çıkardı, sanırım başka markaların da var benzer ürünleri. Bir nevi elektronik kütüphane. Bütün kütüphaneyi iphone'dan hallice bir tabletin içine sığdırabiliyorsun, kitapları daha ucuz, aldığın anda eline ulaşıyor, toz tutmuyor, yer kaplamıyor, seyahat ederken yanıma hangi kitapları alacağım derdine son veriyor, ayrıca internete de bağlanıyor. Metroda gittikçe daha çok insanın elinde görüyorum ve fikir hoşuma gidiyor. Ben yanıma alacağım kitabı o günkü çantamın boyuna göre seçerken, Kindle'ı olanların hiç öyle bir dertleri yok. Henüz ilgi alanımdaki bütün kitapların Kindle versiyonları çıkmadığı için çok acele etmiyorum ama çok kısa bir süre içinde bütün kitapları elektronik olarak çıkaracaklarından eminim. Peki aynı şey olacak mı? Kitaplar bilgisayarın içinde bir dosya haline geldikleri zaman da bu kadar keyif verecek mi acaba kitap satın almak? Yoksa her birinin farklı kapak tasarımı, boyutlarındaki ufak farklar, sayfaların okurkenki hissi, parmağın ucunu hafifçe yalayıp sayfayı öyle çevirmek, kitapların kütüphanedeki dizilişleri de ayrı birer keyif mi veriyor kitap sahibine?

Bekleyip göreceğiz.

March 28, 2010

Mart Kapıdan Baktırır


Mart ayından beklentilerimiz çok yüksek olduğu için mi acaba soğuk daha bir çekilmez oluyor mart ayında? Yağmur daha fazla hayal kırıklığı yaratıyor, şapka takmak bir yenilgi hissi uyandırıyor.

Bir yılda dört mevsim var diye yılı dörde bölüp her mevsime eşit süre vermek zorunda değiliz. Kabul edelim artık bahar aylarının yaz ve kış aylarına göre daha kısa sürdüğünü. Martın 21'inde ekinoks oluyor diye mart bahardan sayılmasın. Mart kışa dahil olsun, ilkbahar nisandan başlasın ve iki ay sürsün. Herkes rahat etsin, mart kapıdan baktırmasın, herkes bahar geldi diye heyecanlanıp sonra hayal kırıklığı yaşamasın.

Dün sabah Esin'lerde kahvaltıya davetliydik, kahvaltıdan sonra da parkın diğer tarafında cumartesi günleri kurulan farmers' market'a gitme programı yaptık. Hem hava pırıl pırıl güneşli, parkın içinden yürürüz, nefis yeni sebzeler çıkmıştır taze taze, bol bol sebze meyve alışverişi alışveriş yaparız diye sırt çantasının içine bez pazar çantalarından sıkıştırp Esin'lerin evine doğru yola koyulduk. Yürüyerek 20-25 dakikalık bir mesafe var evlerimizin arasında. O 25 dakika içinde kelimenin tam anlamıyla donduk . Hem de benim kafamda yeni kadın pilot şapkam, elimde de eldivenlerim olduğu halde. Hani bahar gelmişti? Pencereden bakınca hava 25ºC gibi görünüyordu. Demek ki neymiş, güneşe aldanmamak lazımmış.

Kahvaltı nefisti, yine mide sınırlarımı zorlayana kadar yedim, yine de aklım kaldı yiyemediklerimde. Bütün hafta yediğime içtiğime dikkat ettikten sonra haftada bir gün Esin'lere gidiyorum ve bütün terbiyem bozuluyor. Çocukken de kendi evimizde yemediğim yemekleri misafirlikte yerdim, annem hayretler içinde kalırdı duyduğu zaman. Durum aynı o durum.

Daha fazla yiyemeyeceğimize ikna olduktan ve bir süre yediklerimizi hazmetmek için koltuklara yayıldıktan sonra güneş hala tepedeyken pazara gitmek için yola koyulduk. Taşındığımızdan beri cumertesi günleri parkın diğer köşesinde kurulan farmers' market'a gitmeye heves ediyordum ama bir türlü becerememiştim. Farmers' market bir nevi mahalle pazarı. Bizim pazarlar kadar büyük değil ve o kadar çok çeşitli ürün de yok, yani taklit çanta veya ihraç fazlası marka giysi bulunmuyor ama haftada bir gün kuruluyor ve genelde yerel çiftliklerden gelen taze, mevsimlik ve çoğunlukla organik ürünler oluyor, sebze, meyve dışında da yine yakın çevreden taze peynir, bahçe meyvelerinden şekersiz reçel, turşu, çiçek arada doğal cilt bakım ürünleri bulmak mümkün. Pazar yerine vardığımızda ortalık neredeyse bomboştu, toplasan 10-15 tezgah vardı ve bunlardan sadece iki tanesinde taze sebze meyve vardı. Birinde beş altı çeşit elma, diğerindeyse patates, soğan, lahana, bir tezgah reçel, gerisi de peynir, çiçek ve evde yetiştirmelik nane, maydonoz, dereotu satıyordu. Acaba çok mu geç kaldık, bütün tezgahlar toplandı mı diye saatlerimize baktık ama daha saat erkendi.

Anladık ki New York'a daha bahar gelmemiş. Kış sebzeleri azalmış, bahar sebzeleri daha çıkmamış. Biraz elmayla bir kavonoz şeker katkısız ev yapımı reçel alıp parkın içinden hızlı adımlarla sıcak evimize doğru yola koyulduk.

Hep derim; 'insanın evi gibisi yok!'

March 26, 2010

Baş Ağrısı

Kendimi bildim bileli baş ağrısı çekerim. Baş ağrısıyla ilgili ilk anılarım ilkokul öncesi yıllarımdan. Çok net hatırlaması zor. Herhalde beş ya da altı yaşındaydım,  daha TRT tek kanaldı, babaannemle dedemin evinde ailecek artistik patinaj seyrediyorduk, bir yandan da çekirdek çitliyorduk. Anının burası biraz tutarsız çünkü biz hep beraber çekirdek çitleyen bir aile değildik, hatta babam çekirdeğin sesinden hiç hoşlanmadığı için bizim eve çekirdek çitlenmesi yasaktı. Ama dedim ya babaannemdeydik ve kuruyemişçiden alınmış, üstü tuzla kaplı çekirdeklerden vardı, ne kadar yediğimi hatırlamıyorum ama daha artistik patinaj bitmeden başımın ağrımaya başladığını hatırlıyorum.  O zamanlar bu kadar tanıdık bir his değildi baş ağrısı, şaşırtıyordu beni her ziyaretinde. Hayatım boyunca çekeceğim bir dert olduğunu bilmiyordum. Sonra sabaha kadar kusmuştum. Çocukken genelde kusmadan geçmezdi baş ağrım.

Annem başıma soğuk ıslak bir havlu koyardı, bazen de havlunun içine birkaç parça buz. Havluyu alnıma ve gözlerime  gelecek şekilde yerleştirirdim ki içeri hiç ışık sızmasın. Buzlar kafamı dondursun ağrı da donup kalsın öylece. Kalbimin normalden daha hızlı çarptığını hatırlıyorum başım ağrıdığında. İlaç da işe yaramıyordu o zamanlar çünkü hepsini kusuyordum.

Yıllar içinde baş ağrım çok şekil değiştirdi, büyüdükçe çocukluğumun kusturan ağrıları azaldı, daha hafif ama günlerce devam eden ağrılar geldi, sonra tek taraflılar, göz çukurlarımı yumruk yemişim gibi acıtanlar, çift taraflılar, damarlarımı zonklatanlar, sivilce çıkartanlar. Çok şekil değiştirdiler ama hiç bir zaman tamamen gitmediler.

Ben büyüdükçe baş ağrısının hayatımın bir parçası olduğunu kabul ettim ve baş ağrısıyla yaşayabilmek için çeşitli yöntemler geliştirdim. Yakın zamana kadar bu yöntemler çantamda her zaman ağrı kesici taşımak ve ağrı ucundan kendini gösterdiği anda ilaç alıp eğer mümkünse kendimi karanlık, sessiz bir odaya kapatıp, kendimi dünyadan soyutlamakla sınırlı kaldı. Piyasada satılan bütün ağrı kesicileri denedim, Türkiye'dekileri bitirdiğime inanınca yurtdışından ısmarlamaya başladım. Doktora da gittim tabi, doktor 'tipik migren vakası' dedi, bir reçete yazdı, 'her gün bu ilaçlardan alırsan başın ağrımaz' dedi. Hergün ilaç alırsam tabi başım ağrımaz ama ben başımın neden ağrıdığını öğrenmek için gitmiştim doktora, her gün ilaç almamak için gitmiştim. O reçetede yazan ilaçları hiç almadım ve ilk kez o zaman baş ağrımın esas sebebini bulmaya karar verdim. Herkeste migreni tetikleyen sebeplerin farklı olabildiğini öğrendim ve kendiminkileri araştırmaya başladım.

Zaman içinde bende baş ağrısıyla sonuçlanan bazı durumları buldum ve baş ağrılarımın sıklığı eskiye göre çok çok azaldı. En belirgin olanları sigara dumanı, alkol, stres, kafein, floresan aydınlatma, uzun süre bilgisayar ekranına bakmak, açlık, dehidrasyon, gürültülü ortamlar, yorgunluk. Bunları keşfetmek çok zor oldu diyemem, zaten google'a migren yazınca sebep olarak bunları gösteren sayfalarca sonuç çıkıyor. Ve biraz kendi hayatıma bakınca bunların bana hiç iyi gelmediğini görüyorum. Bu tetikleyicilerin hepsinden elimden geldiğince uzak durmaya çalışıyorum, her zaman başarılı olamıyorum, o zamanlarda da en azından başımın neden ağrıdığını biliyorum.

Üç gündür başım ağrıyor ve neden olduğu hakkında hiç bir fikrim yok. Yediğime, içtiğime dikkat ediyorum, bildiğim migren tetikleyicilerinin hepsinden uzak duruyorum ve hala başım ağrımaya devam ediyor. İlaç almak istemiyorum ama almazsam hayat çok çekilmez oluyor. Bundan sonraki planım çok düzenli bir yemek günlüğü tutup yediklerimden birinin migrene sebep olup olmadığını bulmak. Daha önce de yemek günlüğü tuttuğum dönemler oldu ama bir süre sonra sıkılıp bıraktım hep ve tuttuğum dönemde de başım ağrımadıysa eğer bir yere varamadım. Bu sefer çok kararlıyım. Baş ağrısından tamamen kurtulacağım.

Hadi bakalım!

March 25, 2010

Sıcak Su



Yaklaşık iki haftadır gün boyunca sıcak su yudumluyorum.

Okulda, ayurveda konusunda konuşan Dr. John Douillard konuşmasında gün boyunca sade sıcak su içmeyi öneriyordu. Diyordu ki 'sıcak su lenf sistemini harekete geçirir ve bağışıklık sistemini kuvvetlendirir. Ayurvedaya göre lenf sistemi bütün sistemlerin başı. Bir nevi herşey ondan kaynaklanıyor. Lenf sistemi sağlıklı çalışmazsa vücuttaki diğer sistemlerin de çalışmasını kötü yönde etkiliyor. Yorgunluk, stres, eklemlerde şişkinlik, regl öncesi balon gibi olan ve hassaslaşan memeler, dolaşan eklem ağrısı, problemli bağırsak aktivitesi, bel bölgesinde biriken yağlar, selülit ve daha bir çok şekilde çıkabiliyor karşımıza kötü işleyen lenf sistemi.' Ve çok basit bir detoks yöntemi öneriyor Dr. Douillard lenf sistemini harekete geçirmek ve sağlıklı çalışmasına yardımcı olmak için. 'Sabah uyandığınız andan itibaren gün boyunca on dakikada bir, bir yudum sıcak su için' diyor. 'Buna iki hafta boyunca devam edin, zaten sonra bırakamayacaksınız' da diyor.

Başta sıcak su içme fikri gerçekten çok kötü geliyor. İçine biraz limon mu damlatsam, azıcık papatya serpsem, birkaç top yasemin çayı düşürsem gibi fikirler dolanmaya başlıyor hemen insanın aklında. Ama Dr. Douillard bu cin fikirlerle defalarca karşılaşmış olacak ki daha ben kafamdaki düşünceyi bitirmeden bunların hiçbirini yapmamamızı tekrar tekrar vurguluyor, diyor ki 'eğer suya limon damlatırsanız vücudunuzun önce limonu sindirmesi gerekecek, çay koyarsanız kafeinle boğuşacak halbuki bunların hiçbirini değil sadece sıcak suyun yaratacağı etkiyi görmek istiyorsunuz'.

Peki doktor!

Ben söz dinlerim. Önce bir süre boyunca sadece sabah kalktığımda bir bardak sıcak su içmeyi başardım, sonra bir baktım ki gün boyunca içtiğim diğer çayları içmeyi toptan kesmişim, yaklaşık iki haftadır gün boyunca sıcak su yudumluyorum. Günde en az 5-6 bardak içiyorumdur, belki daha fazla. Bazen yarısını içiyorum bardağın, kalanı soğuyor, tekrar sıcak su ekliyorum içine, yani hesap biraz karışıyor. Arada bir de bir fincan Türk kahvesi içiyoruz Serol'la karşılıklı ama olur o kadarcık 'x' (türkçesi iks).

Yıllar önce Defne ile kendimizi çok şişman sandığımız için gittiğimiz bir diyetisyen vardı, bize her hafta kibrit kutusu beyaz peynirle başlayan rejim listeleri verirdi, arada sırada da bir 'x' hakkımız olurdu. 'X' bazen bir top dondurma, bazen fazladan bir meyve, bazen de bir bardak votka portakal falan gibi şeyler olabiliyordu sanırım. O küçücük 'x' sonlara doğru nasıl bir evrim geçirmişti anlatamam ve sanırım yaptığım son listeli rejim de o olmuştur. Bütün haftayı aç ve yemek düşünerek geçirdikten sonra yine de 250gr aldım diye doktorun odasından hıçkıra hıçkıra ağlayarak çıktığımı dün gibi hatırlarım. O doktor bize neden 'çocuklar daha 17 yaşındasınız ve kilonuz da gayet normal' dememişti bilmiyorum. Belki de kendi başımıza çok daha beter besleneceğimizi anlamıştı. Haksız da değilmiş aslında. Bütün gün bir calve çabuk çorba ve yarım paket Eti Form yediğimiz günler de vardı çünkü. Ayyy, tüylerim ürperdi.

Neyse, yazmaya başladıktan sonra farkettim ki aslında iki haftalık su terapimin sonuçlarını henüz bilmiyorum. Kendimi iyi hissediyorum, bağırsaklarım kesinlikle daha düzenli çalışıyor, demin aynaya gidip selülitim var mı diye baktım ama tam anlayamadım. Serol'a sordum, 'yok' dedi ama bu sanırım pek bilimsel bir yaklaşım sayılmaz. Yine de bir değişiklik farkedersem yazarım hemen.

Hayatımızda yaptığımız çoğu değişikliğin sonuçlarını görmek için biraz sabırlı olmak gerekiyor. Değişim zaman alıyor ya da biz gözle görülür bir değişiklik olmayınca yaptıklarımız işe yaramadı sanıyoruz. Sadece sağlıklı olmak yetmiyor, Süpermen olmak istiyoruz, ki ben geçenlerde rüyamda Süpermendim, çok zevkliydi, balinaları kurtardım okyanusta.

Siz de Süpermen olmak istiyorsanız hemen başlayın sıcak su yudumlamaya.

March 24, 2010

Amerika'da Çamaşır Derdi

Serol çamaşırları beklerken....


Amerika'da standart bir kiralık evde çamaşır makinesi olmaması ve bu acayip durumun da herkes tarafından gayet normal karşılanması akıl alır gibi değil. Yaşadığınız binanın bodrum katında ortak çamaşır odası varsa şanslı sayılıyorsunuz. Diyeceksiniz ki 'Bu durumda bir acaiplik yok, zaten Türkiye'de de satandart bir kiralık evde çamaşır makinesi yoktur.' Fark şurada ortaya çıkıyor; burada kendi paranızla gidip bir çamaşır makinesi alsaniz da evinize koymanıza izin vermiyorlar. Evet, vermiyorlar. Yasak! 'Çok su harcıyor, haksızlık oluyor!'

Bir çamaşır makinesi bile koyamadığımız eve dünyanın kirasını veriyoruz, bize haksızlık olmuyor mu?

O zaman ne oluyor? Çamaşırhaneli binalardan birinde oturan şanslı kullardan değilseniz çamaşırlarınızı bir güzel biriktirip mahalledeki bir çamaşırhanenin yolunu tutuyorsunuz. Biraz da geciktirmişseniz bu işi, hatta artık dolapta giyecek birşey bulamayacak kadar geciktirmişseniz, bugün bizim yaptığımız gibi altı makineyi ağzına kadar dolduruyorsunuz (sayıyla 6). Hem de 'double load' dediklerinden. Yıka, bekle, kurutmaya at, bekle, katla, paketle, eve dön derken 2 saat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Şimdi o dağ gibi temiz çamaşır evdeki yerlerine yerleştirilmek için beni bekliyorlar.

Bir de 'wash and fold' opsiyonu var çamaşırhanelerin. Güzel bir hizmet aslında. Kirlilerini torbayla teslim ediyorsun görevli kişiye, önce tartıyor, sonra kilo başına (aslında pound ama kafa karışıklığı olmasın diye ben kilo diyorum ona) belirlenmiş ücretle çarpıyor, sana kaç para çdeyeceğini hemen oracıkta söylüyor, bir şaşırıyorsun once, biraz yüksek geliyor ama sonra kabul ediyorsun hemen ve birkaç saat sonra da yıkanmış ve katlanmış olarak teslim alıyorsun çamaşırlarını. Fikir güzel, güzel olmasına ama ne deterjanla yıkanıyor, katlayan insanın elleri ne kadar temiz, donlar yere düşüyor mu yanlışlıkla gibi detayların üzerine fazla düşünmemek ve kirlileri teslim etmeden torbanın içinde hassas bir durum var mı diye dikkatlice bakmak gerekiyor. Yetişkin boyu kaşmir kazak kurutma makinesinden çocuk kazağı olarak çıkabiliyor çünkü. Oluyor böyle şeyler, ya da orijinal boyunda fakat başka bir yetişkinin torbasından çıkıyor, siz de payınıza düşen yüksek belli, beyaz, pamuklu donla idare ediyorsunuz. Kısmet işi hep bunlar.

En güzel çamaşır temiz çamaşır.

İyi geceler!

March 23, 2010

Nefis Bir Gün

Bazı şeyleri hayata geçirebilmek için buraya yazmam gerekiyormuş.

Bu sabah yataktan kalkar kalkmaz kendimi yoga matının üstünde buldum. Odada artık gerçekten kıpırdayacak yer kalmadı, matı yere serebilmek için yerde birikmiş çamaşır yığınlarını biraz kenara çekmem gerekti, öne eğilmelerden doğrulurken de iki kere kafamı başucu lambasına vurdum ama yine de çok iyi geldi sabah yoga yapmak.

Sonra akşamüstü bir güç geldi ve bir de üstüne evi temizledim. Çok detaya giremedim çünkü 6:15'deki power yoga dersine gidecektim ve temizlik yapmaya karar verdiğimde saat çoktan 4:30 olmuştu ama olsundu. Yerler süpürüldü ve silindi, toz yığınları, yemek kırıntıları gitti.

Sonra yogaya gidildi, markete uğrayıp alışveriş yapıldı, eve gelip soğan çorbası pişirildi. Sevgili gelince birlikte yemek yendi, hatta biraz fazla yendi sanırım, soğan çorbası çok güzel olmuş zira.

Temizlikten önce ders bile çalışıldı ve şimdi de Lost seyredilip erkenden yatağa gidilecek. Buraya yazılınca oluyorsa eğer yarınla ilgili planlarımdan bahsetmek isterim.

Evde çamaşır makinesi olmaması zaten zor bir durumken binada bile olmaması çamaşırı imkansız hale getiriyor... Ama şimdi Lost bekler, çamaşır konusuna sonra gireceğim.

Size saçlarımın kıvırcık halini anlatmış mıydım?

March 22, 2010

Kafamdaki Tilkiler

Biraz önce yogadan döndüm eve. Amerika'ya taşındığımdan beri bir türlü kendi başıma yoga yapma pratiğini oturtamadım. Bu konuya zaman zaman kafam takılıyor, özellikle de çeşitli sebeplerden yoga yapmadığım zamalarda. Sonra tekrar düzenli olarak bir stüyoya gitmeye başlayınca da unutuyorum. Şimdi bu iki durumun arasında başka bir yerlerdeyim.

Halbuki ne kadar da çok severim self practice yapmayı. Çoğu dersten daha fazla severim. Ama tembelliğim tutuyor sanırım ve hep bahaneler üretirken buluyorum kendimi, son birbuçuk senedir. En büyük bahanem 'yerim yok'. İstiyorum ki sadece yogaya ait bir odam olsun, ya da uçsuz bucaksız açık alanım veya sabahları erkenden gidip çalışabileceğim sessiz sakin bir stüdyo. Burada bunların hiçbirisi yok ama yatağımın yanında sabah uyanıp matımı serebileceğim kadar bir boşluk var. Kollarımı iki yana bile açabilirim hiç bir şeye çarpmadan. Zihnim hemen devreye giriyor 'peki ya gözüme çarpanlar?' Yatakta horul horul uyuyan bir koca, henüz açılmamış koliler, koyacak yer olmadığı için ortalıkta duran bavullar, gece aceleyle sağa sola atılmış giysiler... 'Bunlar bana engel olmamalı' diyorum, 'çevremde her zaman dikkatimi dağıtacak etkenler olacak, önemli olan benim kendi içime dönebilmem, dış etkenleri değiştirmeden zihnimi sakinleştirebimem'. Ne kadar dil dökersem dökeyim kendimi ikna edemiyorum, sabahları sıcacık yataktan kalkıp yoga yapamıyorum, zaten kalktığım saatte de Serol da kalkıyor ve sabah muhabbeti, kahvaltı falan derken yoga yalan oluyor. Yani daha erken kalkmam lazım.

Bu düşünceler oturduğumuz şehre ve eve göre ufak tefek değişikliklere uğrasalar da genel olarak bu çerçevede bir yıldan uzun süredir benimle birlikteler. Şansa bakın ki Brooklyn'deki yeni evimizin karşı köşesinde küçük bir yoga stüdyosu var. Sabah iki, akşam iki olmak üzere günde toplam dört ders oluyor, bazen beş, bazı günler o kadar bile değil. Ben de çok meşgul sayılmadığımdan genelde en azından bir tanesi uyuyor bu derslerin bana ve haftada en az 3-4 kere gidiyorum stüdyoya. Ama dertlerim bitmiyor bir türlü; şimdi de bu güne kadar hep iyi ve tecrübeli hocalarla çalıştıktan sonra mahalle stüdyomuzun genç ve tecrübesiz hocalarına burun kıvırırken yakalıyorum kendimi. Aslında hiç birisi de kötü hocalar değil ve çoğunlukla zihnimdeki rezistansı yumuşatmayı başarabilirsem çok da keyif alıyorum derslerinden fakat ders boyunca karşımda ders anlatan hocayı yargılamaktan veya hocayı yargılayan kendimi yargılamaktan yoruluyorum. Bütün bu yargılardan arınmaya çalışmak çaturangalardan daha fazla enerjimi alıyor.

Zihnim hep sorularla dolu:

'Ben ders veremediğim için mi yargılıyorum bu insanları, yani bir çeşit kıskançlık tepkisi mi bu hissettiklerim yoksa gerçekten kötü mü ders veriyorlar?'. (Kötü ders diye bir şey var mı ki?)

'Acaba nasıl self practice yapabilirim? Yarın sabah kesin kalkacağım. Parka gitsem?' (Dışarıda sular seller gibi yağmur yağıyor bu arada)

'Stüdyonun sahibiyle konuşsam sabahları self parctice saati koysak'. (Derslere bile beş kişi geliyor minik stüdyomuzda, sabah kim gelecek self practice'e.)

'Sabah evde yaparım kendi yogamı, akşamüstü de derse gelirim, bana da sosyalleşme oluyor bir yerde stüdyoya gelmek. (Üff, kalkamıyorum ki.)

Aaa, ışıklar kısılıyor ve şavasanaya hazırlanıyoruz, ders bitmis bile . İyi oldu bugün de yogaya geldiğim, çok rahatladım.

Namaste.

March 21, 2010

Evi B.k Götürüyor

Türkiye'de yaşarken ne kadar alışmışız evlerimizi başkalarının temizlemesine. O kadar normal olmuş ki bu durum aslında ne kadar büyük bir lüks olduğunu unutuvermişiz. Söz veriyorum bir daha evimi başkasının temizlemesi lüksüne sahip olursam hiç unutmayacağım ne kadar şanslı olduğumu.

Amerika'ya geldiğimden beri evimizi kendimiz temizliyoruz. Mecburen. Öbür türlüsü hem çok pahaıya geliyor, hem de bizim yaptığımızdan daha temiz olmuyor ev. Camların silinmesini, yemek yapılmasını falan zaten baştan unutmak lazım. Fazla detaya, köşeye, bucağa girilmesini de hiç ummamakta fayda var. Jaluzilerin tozunun alınmasını istersen 'I don't like it' cevabıyla karşılaşabiliyorsun. Benim başıma geldiğinden değil, başkalarının yalancısıyım.

Biz normalde iki haftada bir evi kendimiz temizliyoruz. Aslında iki kişi girişince eve, iki saatte tertemiz oluyor her yer. Ama eğer iki haftayı biraz geçirirsek birden işin rengi de değişiyor. Her zaman öyle olmuyor ama olunca da o günden nasıl kaçmak istediğimi anlatamam. Bir başladıktan sonra problem yok, bir şekilde bitiyor ama başlayana kadar bu konuyu unutturmak ve geçiştirmek için elimden geleni yapıyorum. Tabi gün geçtikçe daha da zorlaşıyor temizlik.

Sonuç?

Sonuç ortada, köşelerde biriken toz öbekleri, mutfağın yerinde kurumuş sebze parçaları, banyonun yerinde biriken saçlar... Yazarken bile içim fena oldu. Anlayacağınız bugünlerde yine öyle bir aşamaya geldik. Her güne 'bugün bu ev temizlenecek' diye başlıyorum, sonra nasıl oluyorsa daha önemli işler giriyor araya. Ama artık bu son.

Bugün temizlenecek bu ev!

March 20, 2010

Home Sweet Home



Her gün yazmaya karar vermiştim yine aylar geçmiş hiç fark etmeden. Kaldığım yerden devam edeyim.

Çok sistematik ve yoğun bir ev arama döneminden sonra ocak ayının başında tam istediğimiz gibi bir ev bulduk ve şubat ayının başında da taşındık.
Brooklyn'de baktığımız evlerin çoğunun ortak özelliği oturma mekanlarının karanlık olmasıydı. Hatta çoğunlukla pencereleri bile yoktu. O yüzden de istediğimiz fiyat aralığında, güzel bir mahallede, hem de aydınlık ve temiz bir ev bulana kadar yaklaşık 30-35 kiralık daire gördük.
Önce çok geniş bir alanda bakarak başladık, birkaç gün içinde çemberi daralttık ve en sonunda sadece Park Slope çevresinde küçük bir çemberle sınırladık alanımızı. Prospect Park'ın güney kenarındaki Windsor Terrace'daki, şu anda oturdugumuz evi görünce de aramayı bıraktık. (Tam olarak öyle olmadı tabi. Evi çok beğendik ama ya daha güzel bir yer bulursak diye önce birkaç gün kıvrandık, sonra ev sahibini arayıp evi çok beğendiğimizi ama biraz daha bakmak istediğimizi, evle ilgilenen birileri olursa nooooolur bize haber vermesini rica ettik. Sonra ev bakmaya devam ettik, gördüğümüz hiç bir evi buradan daha fazla beğenmediğimizi anlayınca daha fazla bakmamaya karar verip evi tutmak istediğimizi söyledik.) Sonra bir süre ev sahibimiz bizi beğenip beğenmediğine, evine layık olup olmadığımıza karar vermeye çalıştı, bütün kağıtlarımızı, kayıtlarımızı ve banka hesaplarımızı inceledikten sonra bizden zarar gelmeyeceğine ikna oldu.

Herneyse, eve taşınalı tam birbuçuk ay oldu. Hala bir iki eksiğimiz var ama her gün burayı bulduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu en azından bir kere geçiriyorum içimden. Ev tertemiz, bakımlı, bütün odaları güneye bakıyor ve banyo dahil her odada pencere var, dolayısıyla apaydınlık, dördüncü katta ve çevremizde bizden daha yüksek bina yok, dolayısıyla jaluzileri sadece canımız istediği zaman kapatıyoruz. Binanın tam karşısında market, bir sonraki köşede küçük bir yoga stüdyosu ve sokağın ucunda da Prospect Park var.

Daha ne ister insan bir evden!