May 18, 2010

Dünyanın En Güzel Kahvaltısı

Sanırım biraz önce dünyanın en lezzetli kahvaltısını ettim. Ya da bana öyle geldi. Hem de hastayım, iştahsızım ve ağzımın tadı yerinde değil derken. Nasıl oldu bilmiyorum, en iyisi baştan başlayayım anlatmaya.

New York’daki son günümüzde, en son siparişleri toplamak için Manhattan’a indiğimiz sırada boğazım ufak ufak ufuktaki bir nezlenin sinyallerini vermeye başladı. Derinden bir yanma, belki birazcık da kaşınma, tam tarif edemeyeceğim ama yakından tanıdığım bir his. Genelde bu his geldikten yaklaşık 10-12 saat sonra burnum akmaya başlar, birkaç gün boyunca akmaya devam eder, bol su, bitki çayı, vitamin, gargara ve birkaç rulo tuvalet kağıdı sonrasında da yavaşça yok olur. Sürekli akan bir burun canımı sıksa da beni yatağa düşürmediği için çok da aklıma takmam bu durumu. Bu sefer de öyle olacak sandım. Akşama doğru boğazım daha da yanmaya ve burnum akmaya başladı. Ertesi sabah tıkalı bir burun ve alıştığımdan daha fazla yanan bir boğazla uyandım. Bütün enerjim çekilmiş gibi hissediyordum. Uçağımız akşamüstü 4:40’daydı, evden çıkana kadar çamaşırhaneye gidip çamaşır yıkamamız, çiçeklerden üçünün saksılarını değiştirmemiz, evi son bir kez kabaca da olsa temizlememiz, bavullardaki son ayarlamaları yapmamız, biz yokken evimizde kalacak olan kıza evle ilgili bilmesi gereken detayları içeren bir not yazmamız, anahtarları teslim etmemiz ve en geç saat 1:00’de evden çıkmış olmamız gerekiyordu. Erkenden uyanıp neredeyse sürünerek güne başladım, duş alıp Serol’u uyandırdım, yapılacakları bölüştük ve hızla işe koyulduk, bütün hepsini bitirip taksiye bindiğimizde saat 12:50’ydi.

Havaalanına vakitlice vardık, Türk pasaportları online veya makineden check-in yapabilecek standartlara sahip olmadığı için mecburen check-in kuyruğuna girdik, evde yaptığımız bütün ince ayarlara ve çeşitli yöntemlerle yaptığımız hesaplamalara rağmen bagaja vereceğimiz üç bavuldan birincisi hakkımız olan ağırlığın 4,5kg, ikincisi 2kg üzerinde çıktı, üçüncüsü ise tam olması gereken ağırlıkta. Yeni ayarlamalar yapmak için bavullarımızla kenara çekildik, yükte ağır boyutta ufak olan ve el bagajımızda taşımamıza izin verdikleri her şeyi uçakta yanımıza alacağımız sırt çantalarına ve küçük bavullarımıza aktardık. Bagaja  vereceğimiz iki bavulu da tam olması gereken kiloya indirip, check-in memuruna da gözümüzü bile kırpmadan yanımıza sadece sırt çantalarımızı alacağımız yalanını söyleyip huzur içinde külçe gibi ağır çantalarla güvenlik kontrolünden geçtik. Hiçbir şeyi benim daha önce yaptığım gibi havaalanında bırakmak zorunda kalmamıştık ama bütün bu işlemler beni iyice yordu ve uçağa bindiğimizde artık kendimi iyice bitkin hissediyordum. Yolculuk boyunca her dakika biraz daha kötüleştim ve indiğimizde artık sesim neredeyse hiç çıkmıyordu, ateşim vardı, öksürmeye başlamıştım, inişte kulaklarım bana acı vererek tıkanmışlardı ve  açılmaya hiç niyetleri yok gibiydi. Artık dış sesleri değil sadece iç sesleri duyuyordum. İç ses derken yüreğimin sesi falan sanmayın basbayağı çene eklemleri, burun hırıltısı gibi iç seslerden bahsediyorum.

Havaalanından bizi ‘Babacım’ (kayınpederim), aldı ve eve bile gitmeden doğrudan doktora gittik. Doktor beni muayene ettikten sonra faranjit ve üst solunum yolları enfeksiyonu olduğumu, dinlenmem ve söylediği antibiyotik ve ilaçları almam gerektiğini söyledi. Antibiyotik konusuna itiraz etmeye çalışsam da isyanım çok kısa sürdü, artık o kadar yorgun hissediyordum ki karşı çıkacak hiç halim yoktu, hemen iyileşmek istiyordum, ertesi gün annemin doğumgünüydü ve evde balık yiyecektik, ayrıca hemen arkadaşlarımla buluşmak, sokaklarda sürtmek, simit yemek, yeni ayakkabılarımı giymek, Firüzağa’da kahve içmek, saçlarımı kestirmek gibi hayallerim vardı, hasta olmanın hiç sırası değildi. Ama değil bunları yapmak telefonda bile konuşacak gücüm yoktu o anda. Sadece yatıp uyumak istiyordum. Uslu bir çocuk olarak ilaçlarım gelir gelmez hepsinden birer tane aldım ve aradan ayrılıp Kuledibi’ne Cem’le Yonca’nın yeni evlerine bırakıldık. Eve varır varmaz kendimizi yatağa attık ve neredeyse akşama kadar uyumuşuz. Uyandıktan sonra bavulları açtık, evde bulduğumuz bütün boş raflara ve çekmecelere itina ile yerleştik, hep söylerim, insanın evi gibisi yok diye. Eve gelmek bile keyfimi yerine getirmişti ama fiziksel olarak bitkindim. İlaçların gece saatine kadar zor bekledim ve akşam setini de alır almaz yatağa devrildim. Sabah 5:30 da uyandığımda yepyeni bir bendim artık, boğazım hala ağrıyordu ve sesim hala çıkmıyordu ama keyfim yerine gelmişti, Karpuz Serol’la aramıza yatmış gurluyordu, neşe içinde ve ne yapacağımı bilemeden yataktan kalktım, karşıdaki market açılana kadar bekledim ve kapıların açıldığını görür görmez kendimi kahvaltılık birşeyler ve su almak üzere markete attım. Biraz önce ettiğim nefis kahvaltıya doğru ilk adımı da atmış oldum.

Burnumun tıkanıklığına ve zaten normalde de çok iyi koku almıyor olmama rağmen içerisi nefis taze sebze meyve ve ekmek kokuyordu. Ekmek kokusuna kanmadım ve domates, ‘afedersin’ çengelköy hıyarı, can eriği, kayısı, mantar ve yumurta alıp eve döndüm. Kısa bir süre Serol’un uyanmasını beklesem mi diye düşündükten sonra, çıkardığım seslere hiç tepki gelmeyince bu fikirden kısa sürede caydım ve sonradan kayıtlara ‘dünyanın en güzel kahvaltısı’ olarak geçecek kahvaltıyı hazırlamaya koyuldum. Nar ekşili ve kekikli domates, hıyar, taaa Amerika’dan taşıdığımız iki ekmek diliminin arasında pişmiş ve iki dilim peynirle şenlenmiş yumurta, bir parça keçi peyniri, zeytin ve demli Türk çayı. İki bardak çayla birlikte bütün tabağı silip süpürdüm, hala inanamıyorum yediklerimin lezzetine. Ya biz gerçekten Amerika’da çok lezzetsiz şeyler yiyoruz ya da ben memlekete gelmiş olmanın keyfinden kendimden geçtim ve hayal görüyorum. Bilmiyorum hangisi doğru ama biraz önce ben dünyanın en güzel kahvaltısını ettim ve hala şaşkınlığımın tadını çıkartıyorum.


4 comments:

  1. yasocum, kuzum, ben sana hep diyorum memleket gibisi yok diye
    hafızadır herşey..
    ama şunu da eklemek istiyorum
    sonraki hastalıklarında kulağına küpe olsun
    hastayken bilgisayar kullanmak çok kötü oluyor..

    ReplyDelete
  2. zeyno'cugum,
    cok haklisin hatta hasta degilken bile cok iyi olmuyor uzun sure bilgisayar kullanmak ama hemen yazmayinca sonra unutuyorum yazacaklarimi, bir de sabah 5:30 da kalkinca insan yapacak is ariyor:))

    ReplyDelete
  3. hosgitmissiniz memlekete :)
    keyifli tatiller..

    ReplyDelete
  4. henüz kahvaltı etmemişken ve hasta bir haldeyken okudum yazınızı:)
    o kadar güzel anlatmışsınız ki kahvaltı öncesi markete gitme anından kahvaltının sonunda ki anların tamamına imrendim size, oysa ki memleket toprağımdayım:) bu duygu çok güzel olmalı:)

    ReplyDelete